Sınırlar
İnanabiliyor musunuz? Bir bebek, sadece belli bir hayali çizginin içinde doğmuş olmakla, o çizginin dışına çıkmak istediğinde bariyerle karşılaşıyor. Pasaport ve vize bizim çağımızın ırkçılığı. İnsan haklarına ve eşitliğe aykırı.
Ben sınırlara inanmıyorum. Bu da benim serbest seyahat hakkına inanmamı gerektiriyor. Bu da serbest hareket hakkı anlamına geliyor. Bu hakkın, imkânı ve parası veya belli nitelikleri olan insanlarla sınırlanmasını da çok adaletsizce bulduğumdan, bahsedilen serbest hareket hakkının herkes için geçerli olması gerekiyor. Oysa bu dünya, insanlarını gözle görünen veya görünmeyen çizgiler içine hapsetmiş durumda. Türk pasaportu ile iki dünya turu yapmış biri olarak o görünmez çizgilere birçok kez tosladım. Ve bunu çok aşağılayıcı/onur kırıcı buldum. Sınırlar ve göç kontrolleri hayatın en doğal, temel gerçeklerinden biri değildir. İnsan haysiyetine aykırıdır. Görünür çizgilere gelince... Hayır, onların arkasına tıkılmadım. Henüz! Ama orada bir yerde, o hayali çizgileri belli “evrakları” olmadan geçmeye kalkarak affedilemez bir “suç” işlediği için parmaklıklar arkasına tıkılan bir sürü insan var. “Yasa dışı” göçmenler için yapılmış tüm bu gözaltı merkezleri, Kimlik Tespit ve Sınır Dışı Etme Merkezleri hayatın doğaya aykırı bir olgusu. Tüm insanlık adına utanç kaynağı. Hükûmetler yorulmuyorlar mı, sadece kendi tebalarının da değil, yabancı tebaların da her en ufak hareketini kontrol edip nizama sokmaya çalışmaktan? Herhangi bir insana, sırf farklı bir hayali çizginin içinde doğdu diye, güç sahibi bir grup insanın kanlı bir savaşla veya diplomasi denen politik bir savaşla çizdiği hayali bir çizgiyi geçemeyeceğini söylemek yanlıştır. YANLIŞTIR. Siz muhtemelen benim gibi düşünmüyorsunuzdur. Zaten benim gibi düşünen veya düşünse de bunu söyleyen yüz avuç insan filan var galiba dünyada. Ne de olsa bir grupta böyle bir şey söylemeye kalkışacak olursanız kafanıza bir şeyler fırlatılacağından emin olabilirsiniz. İtiraf etmeliyim. Ben bile benim gibi düşünmüyorum! İstanbul'da Arapları görüp duyduğumda içgüdüsel olarak hoşuma gitmiyor. Çete gibi beraber dolaşan çarşaflı kadınlar, tuhaf giyinişli sakallı erkekler. Üstelik ben Müslümanım, en azından kâğıt üstünde, Müslüman bir ülkede büyüdüm. Yabancı memlekette ezan sesi duyunca ev özlemimi gideriyorum. Yine de bu tepkiyi veriyorum. Roma'da koyu derili bir erkek yanıma yanaşınca hoşlanmıyorum. Çekiniyorum. Bunlar benim içime işlemiş. Ebeveynlerimiz “Yabancılarla konuşma. Tanımadığın insanların yanına gitme,” derdi bize çocukken. Anlaşılabilir elbet. Bizi tehlikelerden korumak için söylenirdi. Korunmasızdık ve dünyayı bilmiyorduk. Belki de o öğreti hiçbir zaman silinmiyor. Dünyayı dolaştım ama yukarıdaki tepkilerimi düşünecek olursanız yabancı düşmanı olduğum bile söylenebilir. Veya belki tepkim onları bulundukları yerle eşleştiremediğim içindir sadece. Ne de olsa Afrika'dayken etrafımda kara derili insanlarla olmak çok hoşuma gitmişti. Müslüman ülkelere seyahat ettiğimde çarşaflı kadınlar ve aynı aile yapısı ile sorunum yoktu. Veya belki de yerleşik hayattayken, toplumun normlarını üstüme alıp yansıtıyorumdur. Arap turistleri, Afrikalıları, Rumenleri aşağılayan sözleri papağan gibi tekrarlamasam da, toplumun genel yargısı benim yabancılara karşı tepkimi etkiliyor. Seyahat ederkense, 1- Diğerinin yerindeyim, 2- Kendi başımayım ve kendim gibi düşünüp hissedebiliyorum. Ben bir göçmenim; hayatın geçiciliğinin farkındayım. Hayatta seyahat ediyorum, hayatın içinden geçiyorum. Toplumlar gibi ölümsüzlük iddiasında bulunmuyorum. Dolayısıyla aslında yabancı düşmanı olmayabilirim; ama ben bir mizantropum/merdümgirizim. İnsanlara katlanamıyorum. En azından büyük çoğunluğuna. Göçmenlere “hamam böcekleri” diyen Katie Hopkins gibi insanların, böyle şeyleri basan kurumların var olması gerçeği ile baş etmekte zorlanıyorum. Bu herhangi bir insanı veya gazeteyi eleştiri değil, sadece örnek vermek için; o kadar çok benzer insan ve benzer kurum var ki hepsini burada listeleyemem. Sorun söyledikleri veya varlıkları da değil, bunlarla baş edebilirdim. Sonuçta bana göre nefret söylemi dahi konuşma özgürlüğüne giriyor ve kimsenin hayat hakkı üstünde kendimi yargıç olarak görmüyorum. Benim sorunum, bu insanların ve kurumların el üstünde tutulması, medya vasıtası ile insanların evlerine “Hoş geldin” denerek buyur edilmeleri. İşte bu beni ümitsizliğe düşürüyor. İnsanlar nasıl olur da böyle insanlar ve kurumlarla bağlarını koparmıyorlar? Ben bu tarz kişilerle ve doğru davranmadığını düşündüğüm her yerle tüm bağlarımı koparmak istiyorum. O nedenle de kendimi Roma kırsalına hapsettim, inzivaya çekildim ya zaten. Öte yandan, hayırsever denilebilirim çünkü insanlara yardım etmek istiyorum. Özellikle çocuklara ve kadınlara. Muhtemelen onları çaresiz olarak gördüğümden, durumları için sorumlu tutulamayacaklarını düşündüğümden. Bir yere gitmek istedikleri için parmaklıklar arkasına tıkılan göçmenler, ekonomik olsun olmasın, sığınmacılar, veya “yasa dışılar” denen herkes de aynı konumda. Sanırım Voltaire'in dediği gibi – pardon, o yanlış atıf- Evelyn Beatrice Hall'un dediği gibi: “Söyleyeceğin şeye katılmıyorum, ama söyleme hakkını ölümüne savunurum.” İnsanların gelip yaşadığım yeri “işgal” etmesinden hoşlanmayabilirim, ama dünyanın herhangi bir yerine seyahat etme ve istedikleri yerde yaşama haklarını ölümüne savunurum. Beni her ne kadar olumsuz etkilerse etkilesin, fark etmez. İnsanların düzgün “belgeleri” olmayabilir ama bu dünyada doğmuş kişiler olarak bu tür şeylerle mücadele etmeleri gerekmeden var olma hakları var. Herkesin. Dolayısıyla, bu konuyu bir kez daha düşünün derim. Düşünmeseniz dahi, söylediğimi okuyun ve aklınızın bir köşesinde tutun. En arka köşesinde dahi olsa. Bunun devletin egemenliği ile ilgili olduğunun farkındayım. Ben devletlere de inanmıyorum. (Dolayısıyla epey tutarlı olduğumu söyleyebilirsiniz!) Bugünlerde devlet hakları var, insan hakları değil. (Devletlerin kendi topraklarına kimin ne kadar süreliğine ne yapmak için gelebileceğini dikte etme hakları var. İnsanların suç işleyip kimseye zarar vermeden dahi olsa istedikleri gibi hareket etme hakları yok.) Tuhaf olan, insanlar devletlerin feshini isteyeceklerine, onlara hipnotize bir şekilde inanarak yaşıyorlar. Bense insanların nasıl ve neden bir ülkeyi kendi evleri olarak gördüklerini anlamakta zorlanıyorum. Ben evimi evim diye görüyorum. Yaşadığım yer, altında uyuduğum çatı. Dış hududu neresi derseniz, evim Dünya. Neden daha dar bir sınır koyayım ki? Eğer ülkem evim olsa, Türkler ailem demek olacak. Şimdi... Türklükle bir sorunum yok. Türk olmaktan gayet memnunum. Dilimden kültürümden gurur da duyuyorum. Ama Türküm diye doğruyum çalışkanım sanmıyorum kendimi. Bütün Türklerin de şahane ve üstün varlıklar olduğunu düşünmüyorum. Kimse de böyle düşünmüyordur sanırım. Başka milletler arasında kendime çok daha yakın bulduğum, birçok Türkten daha iyi olduğunu düşündüğüm bir sürü insan olabilir. İşte bu açıdan baktığımda da Türklüğü özel bir şey olarak görmüyorum. Bu bağlamda milliyet benim için pek bir şey ifade etmiyor, insaniyet ediyor. O insanlara ailem demeyi tercih ederim. İçine doğduğum bir doğal ailem var zaten. Büyük ailemi seçme hakkım olmasını isterim. “Bu 'büyük çağ'da yaşarken insanın, özgür iradesi ile övünen o çılgın, yozlaşmış türe ait olduğu gerçeği ile barışık olması zor. Bir yerlerde zeki ve iyi niyetli insanların var olduğu bir ada olmasını ne çok isterdim! Öyle bir yer olsa ben bile ateşli bir vatansever kesilirdim!” Einstein bunu Aralık 1914'te, Birinci Dünya Savaşı'na tanık olurken söylemiş. Bir yüzyıl sonra, dünyanın hâline baktıkça, ben de aynı şekilde hissediyorum! Kendi adıma daha özgür daha anarşik (daha az kurallı), daha huzurlu (daha az acılı) bir gelecek beklemiyorum şahsen; sadece gelecek kuşakların daha güzel bir dünyada yaşayabilmesi için o yönde bir adım attığımı, elimden geleni yaptığımı bilmek istiyorum. Bunun için de, bu dünyayı yöneten global politik düzenin, onlar için çalıştığını söylediği insanların onuruna saygı duymadığını insanlara göstermek, bu konuda bir bilinç, bir farkındalık yaratmak istiyorum. Bu sistem çökmeli. Bir insanın bir yerden bir yere gitmesini engelleyen sınırlar, kontroller kalkmalı yeryüzünden. Kalkmalı. Nasıl olur bilmiyorum ama olmalı. Yapılmalı. Biz göremesek bile gelecek kuşağın beyni farklı yıkanıp onlara başka bir hayat bırakılmalı. Daha adil ve huzurlu bir dünya hayali “Ütopya” diye etiketlenip geçiştirilmemeli. “Evet, istersek bunu elde edebiliriz. Yeterince insan isterse neden olmasın? Elbette olur,” denmeli. Denmeli. Çünkü sözle başlamıyorsan eylemin gelmesi mümkün değil. Önce fikir zihinlerde yeşermeli. Hâlbuki ne yapılıyor, tohum atmaya kalkışan insanların tohumları “Gerçekçi değil .:bunlar:. ancak ütopyada olur” denerek öldürülüyor. O tohumlara yeşerme imkânı bile tanınmıyor. Siz tohum ekmeseniz de ekmeye çalışanlarınkine bir şans bırakın bari. Başka tür bir hayat, eminim mümkün. Yeter ki bebekken sadece dikey çizgilerle yetiştirilmiş, büyüdüğünde de yatay çizgileri ayırt edemeyen kediler olmayı bırakalım.* Sınırlar ve devletler bizim dikey çizgilerimiz. Lütfen, bir sonraki kuşağı yatay çizgilere kör yetiştirmeyelim. Büyütüldükleri dikey çizgilere dik çizgiler olduğunu bilmelerini sağlayalım. Kendileri görmese de yatay çizgilerin de var olduğunu bilsinler. Günümüz politik dünya düzeni onu bu hale getirmiş olsa da... Yeryüzü ülkeler olarak parsellenip kendisi, anne-babası, eşi o bölgede doğmamışlara yasaklanacak veya şartlarla girdirilecek bölünmüş toprak parçaları değil, bir süre üstünde yaşanıp gezilip görülecek ve sonra altında gömülecek herkese ait bir toprak bütünüdür. * 1964'te, iki psikolog Colin Blakemore ve G.F. Cooper yeni doğmuş kedi yavruları ile bir deney yapmış. Bir yavruya sadece dikey çizgileri olan büyük bir gözlük takmışlar, diğerine sadece yatay çizgileri olan bir gözlük. Beş ay boyunca bu tür çizgilere maruz bırakıldıktan sonra gözlükler çıkarıldığında yavrular maruz kaldıkları çizgilere dik çizgileri görememiş ve öyle bir dünyada hareket edememişler. Yatay çizgi gözlüğü giyen yavru sandalyelerin bacaklarına toslamış. Benzer birçok deney ve insan hayatından deneyimler var. Gerçek, tek gerçek diye algıladığımız bebekken maruz bırakıldığımız şeyin sonucundan başka bir şey değil. Üstelik bizim durumumuzda deneyi yapanlar çocukken de çıkarmamışlar bize taktıkları gözlükleri; tüm ömrümüzü aynı sınırlar gözlükleri ile geçirmişiz. Onları çıkarıp atmanın zamanı geldi! |