Yeryüzü Savaşı
“Neden bitmiyor bu savaş?”
Soru buydu. Cevap ise çok basit: İnsanlar hâlâ ülkelere ve sınırlara ısrarla inandıkları için, milletlere/ırklara farklı kültürler ve zenginlikler olarak değil de “biz” ve “onlar” ayrımı yapmaya yarayan gruplar olarak bakıldığı için, uğruna ölecek ve öldürülecek şeyler diye bir kavram olduğu için bitmiyor bu savaş. İnsan açgözlü olduğu için, hamurunda az ya da çok “kötülük” olduğu için, hükmetmeyi sevdiği, baskın çıkmak istediği için var dünyadaki tüm savaşlar. Bir de mülkiyet konusu var elbette. “Modern” batı toplumlarında ve diğer birçoklarında mülkiyetin esası, takas veya çoğunlukla para adını verilen meta ile satın alınarak ve veraset yolu ile elde edildiği ilkesine dayanır. Para verip satın almışsak o eşyanın bize ait olduğunu kabul ederiz/ varsayarız ki o “Bizimdir”. Neyse ki iletişim içinde olduğumuz insanlar da genelde bu görüşte olduklarından aramızda kavram kargaşası yaşanmaz pek. Bir Kızılderiliye göre ise mülkiyet, daha çok kullanımla ilgili bir kavramdır. Eğer evinizde kullanmadığınız bir eşya varsa, Kızılderili onu alıp kendi evine götürmekte hiçbir sakınca görmez. Beyaz adam onu çalmakla suçlayacaktır ama onun cevabı hazırdır: “Sen kullanmıyordun.” O şöyle düşünür: “Eğer birisi bir eşyayı kullanmıyorsa ona ait değildir ve ihtiyacı olan alabilir.” Ve bu nedenle de yaptığı kesinlikle hırsızlık kategorisine girmez. Hâlbuki bizim toplumumuzda aynı eylem hırsızlık olarak değerlendirilir; suçtur ve cezalandırılması gerekir. Bu iki zıt anlayışı düşününce şüpheye düşersiniz (veya düşmelisiniz!); hırsızlık, mülkiyet gibi kavramlarınızı sorgulama ihtiyacı hissedersiniz (hissetmelisiniz!). Seyahatin faydalarından biri de budur: insanın inançlarına ve algısına ince ayar yapmasını sağlar. İnsana o güne kadar öğrendiği, bildiğini sandığı kesin ve net doğrularını sorgulatır; kuşku duydurtur. Evet, tapusu bende olabilir, mülkiyeti yasal olarak benim olabilir ama belki de kullanmadığım şey bana ait değildir. Şahsen mülkiyet konusunda Kızılderililerin algılayışlarının benimsenmesi taraftarıyım. Eskiden beri eşyaların onu daha çok seven, daha çok kullanacak insanlara ait olduklarını düşünmüşümdür. Sırf biri “Güzelmiş” dediğinde kolyemi, hırkamı vs. çıkarıp vermişliğim vardır çok defa. Eğer benim için özel bir anlam ifade etmiyorsa “Al, senin olsun” demekte hiç zorlanmadım. Hele bir eşya günlük kullanımda değilse, onu daha iyi değerlendirecek birilerine gitmelidir. Bu mantıkla, takı ve kıyafetten daha kıymetli eşyalarımın çoğunu da yavaş yavaş elden çıkardım. Bir arkadaşım müzik seti alacağını söylediğinde “Dur, ben sana vereyim” dedim. Evet, arada bir dinlediğim oluyordu ama arkadaşımın onu daha sık kullanacağını ve ona benden çok daha fazla değer vereceğini biliyordmu. Müziğin arkadaşıma bana olduğundan daha fazla anlam ifade ettiğini biliyordum. Birinin dolaba, koltuğa mı ihtiyacı var, “İstersen benimkini al” dedim. Böylece zaman içinde kendiliğinden birikmiş eşyalarım gittikçe azaldı. Yaşım ilerledikçe de hayatta sahiplendiğim şeylerin sayısı iyice azaldı. *** Muhtemelen “biz” olmayı beceremeyen bir ailede yetiştiğimden pek bir yere ait hissedemedim kendimi. “Bizim” yerine, daha çok “benim” kavramı geliştirdim. Küçük yaşta yalnız kalıp, tek başına ayakta kalmayı öğrenmek gerekince tekillik yerleşti içime. “Biz” biraz yabancı kaldı bana. Belki de aynı sebeple yabancılar, o kadar da “yabancı” değildi benim için. Mesela, evet Türküm ama üzerinde hiçbir katkım, seçimim olmamış bir tanımı benliğimin merkezine oturtacak kadar sahiplenmedim Türklüğü. Etiyopya’da “teşekkür ederim” pek kullanılmaz, bazı Afrika kabilelerinde altı farklı “biz” vardır ama “ben” yoktur; işte bunlar gibi, benim beynimde de insanları milletine, milliyetine göre ayırt etme gibi bir kavram bulunmadı. O nedenle dünyanın farklı coğrafyalarında dolaştım pek düşünmeden; o nedenle her tür milletten arkadaş edindim hiç yargılamadan. Aynı şekilde, aile kavgaları içinde soyutlanmış bir ortamda büyümüş olmak bir anlamda beni toplumun klasik bilinçlerinden de soyutladı. 35 yaşıma kadar apolitiklikte 8 yaşında bir çocukla yarışabilirdim herhalde. Mesela PKK… Tamam, resmi söylemlerden öğrenmiştim ki bir terör örgütüdür, insan öldürüyor ama “ne için” hiç düşünmemiştim. Keza, hangi grubun temsilcisidir hiçbir fikrim yoktu. O kadarını aşılayamamıştı bana medya ve toplum. Alfabenin Kürtlerle ilgili nefret veya rahatsızlık, “biz”den ayırma, kötü gözle bakma kısımlarına gelememiştim. Dolayısıyla benim için dünyanın herhangi bir halkından farkları olmadı. Zaten, dediğim gibi insanları milliyetlerine göre sınıflama fikri bana yabancı idi. Bazı kavramlar bir yaşınıza kadar içinize işlenmemiş ise, o yaştan sonra da fazla benimseyemiyorsunuz galiba. Yeryüzünde dolaşırken pek bir şeyi sahiplenme kavramım olmadığı gibi, toprak sahiplenme gibi bir kavramım da yoktu. O nedenle iki sene evvel Kürtlerin toprak istediklerini, kendi devletlerini kurmak istediklerini vs. duyduğumda “E verelim” demiştim hiç düşünmeden. Bana, yani cahil bir çocuğa büyük insanların dünyasını anlatmaya çalışan arkadaşım “Olur mu öyle şey?” dedi, “Toprak bölünmez.” “Niye” en sevdiğim sorudur. Sordum. Arkadaşım hemen yanıt vermedi, cevabı benim bulmamı ister gibiydi. Eh, bu da çok uzun sürmedi. “Haaa!” dedim iki saniye sonra. Hani bir şeyi birdenbire bulduğunuz, kavradığınız anlarda yaptığınız gibi… “Tabii orada gezilecek tarihi yerler var, onları vermek istemeyiz.” Şimdi bu cevabımı düşündükçe bir yandan kendime gülüyor bir yandan da hayretler ediyorum. Çünkü şimdi bir yetişkin için bunun alay edilecek derecede saf bir mantık olduğunun farkındayım. Evet halen politik ve siyasi kavramları algılamakta zorlanıyorum ama artık başka insanların kafalarının nasıl çalıştığına dair bir fikrim var. O zaman ise bu söylediğim o kadar mantıklı ve doğru gelmişti ki bana- herkes için öyle olduğuna o kadar emindim ki hiç sormayın! Ancak böyle bir açıklaması olabilirdi benim için “Toprak verilmez” demenin. Yani insan bir toprağı niye ister ki? Orayı gezmek, oraya gidip görmek isteyeceksin... E istediğimizde de vize almakla uğraşmayalım, rahat rahat gidebilelim diye vermek istemeyiz. Eh işte benim aklım ancak o kadar çalışır. Dervişin fikri neyse zikri misali. Kızın aklı gezmeye endeksli çalışıyor, bir toprağı sahiplenmeye değil. *** Geçenlerde anneme Diyarbakır ve Siirt’e gideceğimi söyledim. “Gitme kızım” dedi. “Neden anne?” “Tehlikeli.” Bu sadece benim anneme özgü bir düşünce tarzı da değil, yaygın bir inanış var bu yönde. Eğer gidemeyeceksem ne anlamı var o toprağın “benim” olmasının? İnsanlar tehlikeli diye düşünüyorlar veya ilgisizler. Yurt dışına gidiyor, Avrupa’yı, Asya’yı, Amerika’yı görüyorlar ama kendi ülkelerinin doğusundan haberleri yok. Eğer gitmeyeceksek, işlemeyeceksek, değerlendirmeyeceksek boş bir ego tatmininden başka ne anlamı var o toprağın “bizim” olmasının? “Orada gezilecek tarihi yerler var, onları vermek istemeyiz.” Belki yadırganacak bir mantık. Ama keşke herkes toprağı böyle görebilseydi... Gezecek bir yer olarak... Veya bir gün gömülecek bir yer. Hrant Dink “Evet, gözümüz var toprağında bu vatanın. Gözümüz var ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için...” demişti. Evet benim de gözüm var... Sadece bu vatanın değil, dünyanın her karış toprağında. Gözüm var ama sahiplenmek için değil, üstünde yürümek ve her karış toprağa ayağımı basmak için... Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Not: Bu yazıyı yaklaşık on sene evvel yazmışım. Şimdi çok farklı bir hayatım var. Kocam sağ olsun, elden çıkardığım şeylerin fazlası geri toplanmış durumda. Arada bir şeyleri verelim dediğimde bakıp vermeyelim diyor. Biraz kalabalık yaşıyorum mecburen. Öte yandan, belli ki on sene önce üstünde yaşamadığın bir toprağı sahiplenmenin anlamını görmüyormuşum. (Halen de pek gördüğüm söylenemez.) “Toprak bölünmez” ilkesi, “toprak bütünlüğü” kavramı da diğer kavramlar gibi bana yabancı imiş. Ve görünen o ki, o da değişmemiş, hep öyle kalmış. Ben “dünya bütünlüğü”nü görüyorum; sonra ülkelere ve sınırlara bakıyorum, "Topraklar zaten bölünmüş" diye görüyorum. Kendileri dünyayı bölmüş bölüşmüşken ne toprak bölünmezliğinden bahsediyorlar anlayamıyorum. |