Hikayenin Tümü
“Bu intihar etmek demek olur.”
Seyahat planlarından ilk bahsettikleri arkadaşlarının yorumu bu olmuştu.: Trans-Sibirya trenini duyunca.
“Alisa treni başımıza yıkar,” dedi Paolo. Alisa, 3 yaşındaki kızları. Bizim kızımız Lara'dan üç ay küçük.
“On sene önce ben de aynı planı yapmıştım. Tüm organizasyonu yapmış, rezervasyonları yaptırmıştım. Sonra kadın arkadaşlar 'Neden oraya gidiyorsun? Aklını mı kaçırdın?' diye sordular. O zaman bekârdım. Çocuk yok. Gitmedim.”
Elbette, gitmemesinin temel nedeni muhtemelen kadınlardı. Yine de... Paolo ısrar etti. “Vakit kaybı.”
“Sadece iki hafta.”
“İki hafta kaybı.”
Neden vakit kaybı olsun ki? Eğer vaktinle çok daha değerli bir şey yapıyor olsan vakit kaybı olurdu. Ve seni eleştiren bu insanlar vakitleri ile ne yapıyor?
Ardından, Paolo başka bir argümanla çıkageldi. “Oraya uçarsın ve doğru düzgün görürsün.”
"Uçmaktaki deneyim ne? Ben bebeğimle bir trende tıkılı kalmak istiyorum. Ne olacağını kendi gözümle görmek istiyorum," diye düşündü Gülin. Biliyordu. Eğer insanları dinlersen, hiçbir şey yapamazsın. Yani sıradanın dışında hiçbir şey.
“Peki ya kruvaziyere gelir misiniz?” diye sordu Gülin. O daha konforlu bir şeydi sonuçta.
“Kruvaziyer bana göre değil. Belki on sene sonra...” dedi bu sefer Paolo.
Telefonu kapattıktan sonra Gülin kocasına dönüp sordu. “Neden on sene sonra kruvaziyerle gezmek isteyeyim? Ben şimdi dünyayı bitirmek istiyorum.”
“Bu hırslı/iddialı bir dilek,” dedi Carlo.
“Ne demek istediğimi biliyorsun. Dünyayı görüp genel olarak bir fikir edinmek. Yoksa, dünyayı bitirmenin mümkün olmadığını biliyorum. Kitabımda yazdığım gibi, 'Tüm ülkelere gitsen, tüm şehirler kalır, tüm şehirlere gitsen, tüm kasabalar, tüm kasabalara gitsen tüm köyler kalır.'”
“Bunu sen mi yazdın?”
“Evet. İlk kitabımda.”
Dünyayı henüz “gençken” görmek istiyorum. Sonra oturup yazmak ve Allah kısmet ederse torunlarıma bakmak istiyorum. Seyahat etmek değil.
“Yine de, Trans-Sibirya sayfasını gönderir misin ne önerdiklerine bir bakalım,” dedi ertesi gün Paolo.
“Gördün mü? Belki ilgilenir yine de sonuçta. Biraz düşündükten sonra gelebilirler bile,” dedi Gülin. Yanılmışım. Şu yorumla geri döndüler:
“Ama ateş topraklarından geçerek Alaska'ya dönüş daha iyi olmaz mıydı?” diye yazmıştı Paolo.
“Eğer insanların yorumlarına ve uyarılarına kulak asmış olsaydım iki dünya turuna çıkıp yapmış olmazdım; onun yerine kıçımın üstünde oturup ömrümü çekilmez bir adamla geçirirdim,” dedi Gülin. “Paolo'ya evet diyebilirsin.”
Seyahat planlarından ilk bahsettikleri arkadaşlarının yorumu bu olmuştu.: Trans-Sibirya trenini duyunca.
“Alisa treni başımıza yıkar,” dedi Paolo. Alisa, 3 yaşındaki kızları. Bizim kızımız Lara'dan üç ay küçük.
“On sene önce ben de aynı planı yapmıştım. Tüm organizasyonu yapmış, rezervasyonları yaptırmıştım. Sonra kadın arkadaşlar 'Neden oraya gidiyorsun? Aklını mı kaçırdın?' diye sordular. O zaman bekârdım. Çocuk yok. Gitmedim.”
Elbette, gitmemesinin temel nedeni muhtemelen kadınlardı. Yine de... Paolo ısrar etti. “Vakit kaybı.”
“Sadece iki hafta.”
“İki hafta kaybı.”
Neden vakit kaybı olsun ki? Eğer vaktinle çok daha değerli bir şey yapıyor olsan vakit kaybı olurdu. Ve seni eleştiren bu insanlar vakitleri ile ne yapıyor?
Ardından, Paolo başka bir argümanla çıkageldi. “Oraya uçarsın ve doğru düzgün görürsün.”
"Uçmaktaki deneyim ne? Ben bebeğimle bir trende tıkılı kalmak istiyorum. Ne olacağını kendi gözümle görmek istiyorum," diye düşündü Gülin. Biliyordu. Eğer insanları dinlersen, hiçbir şey yapamazsın. Yani sıradanın dışında hiçbir şey.
“Peki ya kruvaziyere gelir misiniz?” diye sordu Gülin. O daha konforlu bir şeydi sonuçta.
“Kruvaziyer bana göre değil. Belki on sene sonra...” dedi bu sefer Paolo.
Telefonu kapattıktan sonra Gülin kocasına dönüp sordu. “Neden on sene sonra kruvaziyerle gezmek isteyeyim? Ben şimdi dünyayı bitirmek istiyorum.”
“Bu hırslı/iddialı bir dilek,” dedi Carlo.
“Ne demek istediğimi biliyorsun. Dünyayı görüp genel olarak bir fikir edinmek. Yoksa, dünyayı bitirmenin mümkün olmadığını biliyorum. Kitabımda yazdığım gibi, 'Tüm ülkelere gitsen, tüm şehirler kalır, tüm şehirlere gitsen, tüm kasabalar, tüm kasabalara gitsen tüm köyler kalır.'”
“Bunu sen mi yazdın?”
“Evet. İlk kitabımda.”
Dünyayı henüz “gençken” görmek istiyorum. Sonra oturup yazmak ve Allah kısmet ederse torunlarıma bakmak istiyorum. Seyahat etmek değil.
“Yine de, Trans-Sibirya sayfasını gönderir misin ne önerdiklerine bir bakalım,” dedi ertesi gün Paolo.
“Gördün mü? Belki ilgilenir yine de sonuçta. Biraz düşündükten sonra gelebilirler bile,” dedi Gülin. Yanılmışım. Şu yorumla geri döndüler:
“Ama ateş topraklarından geçerek Alaska'ya dönüş daha iyi olmaz mıydı?” diye yazmıştı Paolo.
“Eğer insanların yorumlarına ve uyarılarına kulak asmış olsaydım iki dünya turuna çıkıp yapmış olmazdım; onun yerine kıçımın üstünde oturup ömrümü çekilmez bir adamla geçirirdim,” dedi Gülin. “Paolo'ya evet diyebilirsin.”
Lara dokuz aylık olduğundan itibaren ve birden bire ölmeyeceğine dair biraz güvenim geldiğinde, “4-5 yaşına gelsin bir, onu kapıp dünyayı dolaşacağım,” demeye başladım. Sonra, Lara iki yaşındayken, Hürriyet Seyahat editörü Serhan Yediğ'in
Trans-Sibirya makalesini okurken biliyordum.: Bu yolculuk benim de listemdeydi. Ve bir kez başlayınca devam edecektim.
Biraz araştırdığımda, Trans-Sibirya treninin dört yaşın altındaki çocuklara ücretsiz olduğunu gördüm. İki yaşından itibaren uçak için tam bilet ödeyeceğiz diye de Mauritius'a gitmiştik. Bu işin bahanesi tabii, teşvik edici sebep. Dediğim gibi, son dünya turumun üstünden yedi sene geçmiş oluyordu. Güzel bir zamanlama idi. Ve görünüşe göre, üç yaşından sonra bir çocukla seyahat etmek çok sorun değildi. Lara hiçbir zaman bebek maması kullanmadı, ama şimdi her tarafa bez taşıma vs. derdi de yoktu. Dolayısıyla, hepsi bir araya gelince, düşündüğümden biraz önce oluverdi.
İlk plan Moskova-Vladivostok hattını yapmaktı. Yolda Irkutsk'ta durarak Baykal Gölü'nü görmek, oradan da Moğolistan'ı görmek için Ulan Batur'a geçmek. Sonra ABD'ye uçup Panama Kanalı'nı geçmek. Onun ardından da Güney Karayipleri yapıp geri dönecektik. Böylece çok uzun gitmiş olmayacaktık, kocamın işe dönmesi gerekiyordu. Ama sonra... İşler değişti. Rus-İtalyan arkadaşlarımız şiddetle karşı çıktılar. “Ne yapacaksınız? Dil bilmiyorsunuz. Ya Lara'ya bir şey olursa? Trenler çok kötü, bütün bir vagon insan bir tuvaleti paylaşıyor. Sıkıcı, hiçbir şey görmüyorsun. Sadece bozkır. Ayrıca güvenli de değil.”
Hımm... Biraz daha okuyunca... Durakları atlamaya karar verdik. Trene biniyoruz, dediklerine göre Moskova-Pekin treni daha lüks, birinci-snıf sadece bir kompartmanla tuvalet paylaşıyor. Hatta duşu bile var. Kilidi de var. Beş gün sürüyor. “Beş gün dayanabiliriz,” dedim. Seat61- Hep 61 numaralı koltuğu ayırttığını fark eden, dünyanın dört bir yanındaki trenler üstüne bir sayfası olan Mark bu trende sizin gibi birçok yolcu olacağı için zamanın nasıl geçtiğini anlamayacağınızı söylüyordu. Bu da işleri kolaylaştırdı.
Panama Kanalı'na gelince... Karayipler'e giden gemilerin yola çıktığı Porto Riko'ya giden bir Royal Caribbean gemisi seçmiştim. Tamamen doluymuş. Bu, bir buçuk sene öncesi. Protesto edip “Mutlaka yer olmalı, vazgeçen veya planlarını değiştiren insanlar vardır.” Ama şirketle konuşmayı yapan kocamdı ve “Hayır” cevabını kabul etmişti. “Ne olacak?” dedi, “Uçarız.” Ama ben ekstra bir uçuş yapmak istemiyordum. Diğer tüm Panama Kanalı gemileri ise hep Miami'de bitiyordu. Miami'ye kadar gemi ile gidip sonra gemiye binmek için geri Porto Riko'ya uçmaya hevesli değildim. Niçin yapayım ki bunu? Bu arada, kruvaziyerleri araştırırken, Holland America'nın Güney Pasifik Adaları yolculuğuna denk geldim. 45 gün. 4500 Avro. Duraladım. Yapabilir miydik? Yapar mıydık? Altı kabin kalmıştı. Biraz düşündükten sonra...
45 günlük Tahiti ve Hawaii kruvaziyer gezisi.
Elbette ben de düşündüm “Bu tür şeyleri yaşlıyken yaparsın.” Ama ben yaşlanıp görüntülerin gerçek anlamda tadını/keyfini çıkaramayacağım zaman böyle şeyler yapmak istemiyorum. Yaşlandığımızda oturduğumuz yerde otururuz. Ayrıca, 10-20 sene sonra dünyanın ne halde olacağını kim biliyor? Her geçen gün kötüye doğru gidiyor durum vaziyet. Bu kontrollerle ve “güvenlik” çılgınlığıyla. Şimdi gitmeyi tercih ederim, bir şekilde dayanabiliyorken.
Tamam, çok para, biliyorum. Eğer hayatta her şey gitmesi gerektiği gibi gitmezse, yani yaşlanmadan ölürsek veya ciddi bir hastalık geçirirsek, şimdi gitmemiz, yaşayabiliyorken hayatı yaşamamız daha iyi. Öte yandani eğer her şey hayatın gitmesi gerektiği gibi giderse, yani Allah sıralı ölüm verirse, o zaman mirastan para kalacak. O parayla ne yapacağız? Yaşamak için emeklilikten paramız olacak. Neden şimdi para istif edelim ki? Ayrıca, tüm paramızı harcıyor da sıfıra vuruyor değiliz.
Bu yolculuğu cidden yapar mıyız?
Trans-Sibirya makalesini okurken biliyordum.: Bu yolculuk benim de listemdeydi. Ve bir kez başlayınca devam edecektim.
Biraz araştırdığımda, Trans-Sibirya treninin dört yaşın altındaki çocuklara ücretsiz olduğunu gördüm. İki yaşından itibaren uçak için tam bilet ödeyeceğiz diye de Mauritius'a gitmiştik. Bu işin bahanesi tabii, teşvik edici sebep. Dediğim gibi, son dünya turumun üstünden yedi sene geçmiş oluyordu. Güzel bir zamanlama idi. Ve görünüşe göre, üç yaşından sonra bir çocukla seyahat etmek çok sorun değildi. Lara hiçbir zaman bebek maması kullanmadı, ama şimdi her tarafa bez taşıma vs. derdi de yoktu. Dolayısıyla, hepsi bir araya gelince, düşündüğümden biraz önce oluverdi.
İlk plan Moskova-Vladivostok hattını yapmaktı. Yolda Irkutsk'ta durarak Baykal Gölü'nü görmek, oradan da Moğolistan'ı görmek için Ulan Batur'a geçmek. Sonra ABD'ye uçup Panama Kanalı'nı geçmek. Onun ardından da Güney Karayipleri yapıp geri dönecektik. Böylece çok uzun gitmiş olmayacaktık, kocamın işe dönmesi gerekiyordu. Ama sonra... İşler değişti. Rus-İtalyan arkadaşlarımız şiddetle karşı çıktılar. “Ne yapacaksınız? Dil bilmiyorsunuz. Ya Lara'ya bir şey olursa? Trenler çok kötü, bütün bir vagon insan bir tuvaleti paylaşıyor. Sıkıcı, hiçbir şey görmüyorsun. Sadece bozkır. Ayrıca güvenli de değil.”
Hımm... Biraz daha okuyunca... Durakları atlamaya karar verdik. Trene biniyoruz, dediklerine göre Moskova-Pekin treni daha lüks, birinci-snıf sadece bir kompartmanla tuvalet paylaşıyor. Hatta duşu bile var. Kilidi de var. Beş gün sürüyor. “Beş gün dayanabiliriz,” dedim. Seat61- Hep 61 numaralı koltuğu ayırttığını fark eden, dünyanın dört bir yanındaki trenler üstüne bir sayfası olan Mark bu trende sizin gibi birçok yolcu olacağı için zamanın nasıl geçtiğini anlamayacağınızı söylüyordu. Bu da işleri kolaylaştırdı.
Panama Kanalı'na gelince... Karayipler'e giden gemilerin yola çıktığı Porto Riko'ya giden bir Royal Caribbean gemisi seçmiştim. Tamamen doluymuş. Bu, bir buçuk sene öncesi. Protesto edip “Mutlaka yer olmalı, vazgeçen veya planlarını değiştiren insanlar vardır.” Ama şirketle konuşmayı yapan kocamdı ve “Hayır” cevabını kabul etmişti. “Ne olacak?” dedi, “Uçarız.” Ama ben ekstra bir uçuş yapmak istemiyordum. Diğer tüm Panama Kanalı gemileri ise hep Miami'de bitiyordu. Miami'ye kadar gemi ile gidip sonra gemiye binmek için geri Porto Riko'ya uçmaya hevesli değildim. Niçin yapayım ki bunu? Bu arada, kruvaziyerleri araştırırken, Holland America'nın Güney Pasifik Adaları yolculuğuna denk geldim. 45 gün. 4500 Avro. Duraladım. Yapabilir miydik? Yapar mıydık? Altı kabin kalmıştı. Biraz düşündükten sonra...
45 günlük Tahiti ve Hawaii kruvaziyer gezisi.
Elbette ben de düşündüm “Bu tür şeyleri yaşlıyken yaparsın.” Ama ben yaşlanıp görüntülerin gerçek anlamda tadını/keyfini çıkaramayacağım zaman böyle şeyler yapmak istemiyorum. Yaşlandığımızda oturduğumuz yerde otururuz. Ayrıca, 10-20 sene sonra dünyanın ne halde olacağını kim biliyor? Her geçen gün kötüye doğru gidiyor durum vaziyet. Bu kontrollerle ve “güvenlik” çılgınlığıyla. Şimdi gitmeyi tercih ederim, bir şekilde dayanabiliyorken.
Tamam, çok para, biliyorum. Eğer hayatta her şey gitmesi gerektiği gibi gitmezse, yani yaşlanmadan ölürsek veya ciddi bir hastalık geçirirsek, şimdi gitmemiz, yaşayabiliyorken hayatı yaşamamız daha iyi. Öte yandani eğer her şey hayatın gitmesi gerektiği gibi giderse, yani Allah sıralı ölüm verirse, o zaman mirastan para kalacak. O parayla ne yapacağız? Yaşamak için emeklilikten paramız olacak. Neden şimdi para istif edelim ki? Ayrıca, tüm paramızı harcıyor da sıfıra vuruyor değiliz.
Bu yolculuğu cidden yapar mıyız?
Kabul, çok para. 30.000 Avro. Kocamın senede kazandığı para. Evet, ama üç kişinin dört aylık seyahati. Bu da günlük kazancın günlük harcaması demek oluyor. Mantıklı.
Düşününce... Ev sahibimin kızı o fiyata araba satın aldı. O arabayı satın almak için mortgage aldı. Bana daha da tuhaf gelen, bu kullandığı bir şey dahi değildi. İşe şirket servisi ile gidiyordu. Hafta sonları pek dışarı çıkmıyordu. Çıksa bile, otobüsle gidiyordu çünkü İstanbul'da trafik ve park sorunu nedeni ile araba almak akıllıca değil. O zaman arabayla ne yapıyordu diye sorabilirsiniz... Tekirdağ'a gidiyordu, memleketlerine, annesini oraya götürüyordu. Ne sıklıkta? Belki senede 3-4 kere. Şehirde de belki on kere kullanıyordu. Yani bu arabayı satın aldı, o kadar para harcayarak, ki araba orada eskiyip çürüsün. Ama bir araba prestij sembolüdür. Mercedes veya BMW da değildi, o ayrı. Ama üst sınıf sıfır arabaydı. Sana saygı kazandırır. Ve o kadar para harcadığı için onu eleştirmek kimsenin aklından geçmez. Ama seyahat etmek istersen, seyahat edeceğini, bunu yapacağını söylersen eş-dost sana istenmedik akıl verir. Temel olarak ne kadar savurgan olduğun ve çocuğunun geleceği için para biriktirmen gerektiği üstüne. Tabii elbette hiç kimsenin bir şey diyemeyeceği ultra-zenginlerden değilsen.
Biz de külüstür, 97 model arabamızı yenileyebilirdik; veya kızımız olduğunda, ben kırsalda, ne otobüs ne taksi olmayan bir yerde yaşarken ihtiyaç halinde kullanmak üzere ikinci bir araba satın alabilirdik. Veya kırsalda yaşamayı seçmek yerine büyük şehirde ev alıp ölme eşeğim ölme sene mortgage ödeyebilirdik, veya kızımızı özel okula gönderebilirdik. Bunları yapsaydık kimse aşırı karşılamazdı. Normal hayatın gereği olarak görülürdü. Ama paramızı bize göre ekstralara harcamak yerine başkalarına göre ekstra olan dünya turuna harcıyoruz.
Herkesin seyahat etmesi gerektiğini, insanların hayatlarını zenginleştirmek için paralarını oraya harcaması gerektiğini vs. savunuyor değilim. Hayır, savunmuyorum. Dergiler seyahati havalı/klas ve zenginleştirici bir şey olarak yüceltiyor. Ben de katılıyorum aslında. Ancak, seyahat eden insanlar nirvanaya ulaşmıyor. Dünyada farklı bir noktaya ayak bastıkları için bir anda bilge olmuyorlar. Öyle işlemiyor. Tüm hayatını tek bir ortamda geçirmek isteyen insanda yanlış bir şey yok. (Benim de bu yolculukları yapmamın bende -en azından çok da fazla- bir sorun olduğunu göstermediği gibi.) Doğru yaşam şekli veya boş zamanını doğru değerlendirme diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. (Bugünkü modern yaşamı, büyük şehirlerdeki düzeni onaylamasam da, bu sadece benim kanaatim.) Herkes kendi hayatı ile ne yapacağını ihtiyaçlarına, olanaklarına, kişiliklerine ve isteklerine göre belirliyor. İnsanlar paralarını benim onaylamadığım şekillerde harcamayı seçebilirler. Beni ilgilendirmez. (Ama hükûmetin nereye para harcadığı beni ilgilendirir. Çünkü bir şekilde kendi “kazandıkları” bir para değil harcadıkları, kamu parası.)
En son model arabaya, veya saate, veya cep telefonuna, veya TV'ye veya her ne ise ona sahip olmaktansa seyahat etmeyi tercih ediyorum.
Tüm bu düşüncelerden sonra,
... evet diye karar verdik.
Sonra Panama Kanalı'nı geçip Miami'ye gidecek bir gemiye binebilirdik. Böylece Lara'nın doğum gününü Disneyland'de geçirip evimize dönebilirdik. Seyahatimizi arkadaşlarımıza anlatırken bir çift birlikte Bahamalara gitmeyi önerdi. Hemen fikrin üstüne atladım tabii. Miami'den 3-4 günlük bir yolculuk iyi olabilirdi. Bahamaların da görülmesi gerekiyordu. Listeden üstünü çizmek için. Bunun üzerine onu da ayırttık. Bu kadarı yeterdi. Bir dünya turu yapmış olmak için yeterince iyi.
Düşününce... Ev sahibimin kızı o fiyata araba satın aldı. O arabayı satın almak için mortgage aldı. Bana daha da tuhaf gelen, bu kullandığı bir şey dahi değildi. İşe şirket servisi ile gidiyordu. Hafta sonları pek dışarı çıkmıyordu. Çıksa bile, otobüsle gidiyordu çünkü İstanbul'da trafik ve park sorunu nedeni ile araba almak akıllıca değil. O zaman arabayla ne yapıyordu diye sorabilirsiniz... Tekirdağ'a gidiyordu, memleketlerine, annesini oraya götürüyordu. Ne sıklıkta? Belki senede 3-4 kere. Şehirde de belki on kere kullanıyordu. Yani bu arabayı satın aldı, o kadar para harcayarak, ki araba orada eskiyip çürüsün. Ama bir araba prestij sembolüdür. Mercedes veya BMW da değildi, o ayrı. Ama üst sınıf sıfır arabaydı. Sana saygı kazandırır. Ve o kadar para harcadığı için onu eleştirmek kimsenin aklından geçmez. Ama seyahat etmek istersen, seyahat edeceğini, bunu yapacağını söylersen eş-dost sana istenmedik akıl verir. Temel olarak ne kadar savurgan olduğun ve çocuğunun geleceği için para biriktirmen gerektiği üstüne. Tabii elbette hiç kimsenin bir şey diyemeyeceği ultra-zenginlerden değilsen.
Biz de külüstür, 97 model arabamızı yenileyebilirdik; veya kızımız olduğunda, ben kırsalda, ne otobüs ne taksi olmayan bir yerde yaşarken ihtiyaç halinde kullanmak üzere ikinci bir araba satın alabilirdik. Veya kırsalda yaşamayı seçmek yerine büyük şehirde ev alıp ölme eşeğim ölme sene mortgage ödeyebilirdik, veya kızımızı özel okula gönderebilirdik. Bunları yapsaydık kimse aşırı karşılamazdı. Normal hayatın gereği olarak görülürdü. Ama paramızı bize göre ekstralara harcamak yerine başkalarına göre ekstra olan dünya turuna harcıyoruz.
Herkesin seyahat etmesi gerektiğini, insanların hayatlarını zenginleştirmek için paralarını oraya harcaması gerektiğini vs. savunuyor değilim. Hayır, savunmuyorum. Dergiler seyahati havalı/klas ve zenginleştirici bir şey olarak yüceltiyor. Ben de katılıyorum aslında. Ancak, seyahat eden insanlar nirvanaya ulaşmıyor. Dünyada farklı bir noktaya ayak bastıkları için bir anda bilge olmuyorlar. Öyle işlemiyor. Tüm hayatını tek bir ortamda geçirmek isteyen insanda yanlış bir şey yok. (Benim de bu yolculukları yapmamın bende -en azından çok da fazla- bir sorun olduğunu göstermediği gibi.) Doğru yaşam şekli veya boş zamanını doğru değerlendirme diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. (Bugünkü modern yaşamı, büyük şehirlerdeki düzeni onaylamasam da, bu sadece benim kanaatim.) Herkes kendi hayatı ile ne yapacağını ihtiyaçlarına, olanaklarına, kişiliklerine ve isteklerine göre belirliyor. İnsanlar paralarını benim onaylamadığım şekillerde harcamayı seçebilirler. Beni ilgilendirmez. (Ama hükûmetin nereye para harcadığı beni ilgilendirir. Çünkü bir şekilde kendi “kazandıkları” bir para değil harcadıkları, kamu parası.)
En son model arabaya, veya saate, veya cep telefonuna, veya TV'ye veya her ne ise ona sahip olmaktansa seyahat etmeyi tercih ediyorum.
Tüm bu düşüncelerden sonra,
... evet diye karar verdik.
Sonra Panama Kanalı'nı geçip Miami'ye gidecek bir gemiye binebilirdik. Böylece Lara'nın doğum gününü Disneyland'de geçirip evimize dönebilirdik. Seyahatimizi arkadaşlarımıza anlatırken bir çift birlikte Bahamalara gitmeyi önerdi. Hemen fikrin üstüne atladım tabii. Miami'den 3-4 günlük bir yolculuk iyi olabilirdi. Bahamaların da görülmesi gerekiyordu. Listeden üstünü çizmek için. Bunun üzerine onu da ayırttık. Bu kadarı yeterdi. Bir dünya turu yapmış olmak için yeterince iyi.
Ne kadar da farklı bu seferki dünya turu. Ne yapacağım önceden planlanmış, hiç kimseden kaçmıyorum, dönüşüm “karanlık” değil. Ne yapacağımı biliyorum. Yanımda kocam ve kızım var. Gelecekte umutla baktığım şeyler var.
İşin tuhafı... Bu yolculuğu şimdiden yapmış gibi hissediyorum. Her şey planlı olduğu için. Sanki yapmaya gerek yokmuş gibi. Her şeyi biliyorum gibi. Ama öyle değil elbette. Ne hissedeceğimi bilmiyorum, tren nasıl olacak bilmiyorum. Yolda kiminle tanışacağım bilmiyorum, Güney Pasifik Adaları nasıl olacak bilmiyorum. Keşke burada yaşasaydım, yaşasaydık diyecek miyim, miyiz bilmiyorum. Bir gün o yerlerde yaşamayı hayal edecek miyiz bilmiyorum. 45 gün aynı gemide olmak nasıl hissettirecek bilmiyorum. Nispeten küçük bir geminin nasıl hissettireceğini. Seul veya Taipei'i sevecek miyim bilmiyorum. Yani bir fikrim var aslında, Çin'e oldukça benzer ve sıkıcı olacak. Sadece görülmüş olması için görülecek yerler. Bir sonraki destinasyonuma gitmek için günlerin geçmesini bekleyeceğim. Vakit geçmek bilmeyecek, sadece iki gün bile olsa. “Yeter ki bu kirli ve gürültülü şehirden kurtulayım.” Gerçekten böyle mi diyeceğim yoksa olumlu anlamda etkilenecek miyim? Lara'nın Disneyland'de ne kadar eğleneceğini düşünmek istemiyorum. O yaşanması gereken bir şey. Her neyse... Yolculuğa hazırım. Zihnen yeni bir maceraya atılmaya hazırım. Elbette yolda pasaport ve vizelerle ne gibi aptallıklarla karşılaşabilirim, biliriz bilmiyorum. Yolda karşına ne çıkacağı asla bilinmez. Biri Avrupa pasaportu olan çifte pasaportla seyahat ediyor olsan bile.
Ve asıl önemlisini unuttum tabii. Veya hiç düşünmüyorum, düşünmek istemiyorum. Lara hastalanmadan yolculuğu tamamlayabilecek miyiz? Kocama bunu sorduğumda “Beni merak etmelisin asıl” dedi. O da doğru.
Kruvaziyerlerle rahat bir yolculuk yaptığım için dudak bükecek, öylesi dünya turlarından sonra böylesini yaptığım için beni hor görecek birçok insan olabilir, biliyorum. Aldırmıyorum. Bir çocuğum vardı, bir ailem vardı, şimdi maddi gücüm buna yetiyordu, böyle seyahat ettim. Bu hayatta bir kere yapılacak bir seyahat. Aslında komik, iki tane hayatta bir kere yapılacak seyahat yaptım. Ve şimdi, üç olacağını umuyorum. Bir zamanlar hayatın bana kaç gol attığını hesaplamıştım. İlki anne-babamın biz (kardeşim ve ben) tam bluğ çağındayken büyük kavgalarla boşanması, ardından merdiven çıkmamı zorlaştıran, genel olarak hareketlerimi engelleyen kas ve deri hastalığım. Sonra dünya turu ile ben bir gol attım. Sonra ikincisi geldi. Sonra Lavinia geldi. Onu hayat iki gol attı diye sayabilirim, tavladaki mars gibi. Tuş oldum. Aslında onu beş gol diye sayabilirim, hatta on, hatta hatta yüz veya bin... Yapmamamın sebebi, çok şey kazandım. Beni sorgulattı, düşündürttü, farkına vardırttı.: hayatın ne olduğunun. Ne kadar kırılgan olduğumuzun...
Her neyse... Skor tutmanın gereği yok. Hayat futbol maçı değil, son nefesinle sona eren, o son nefesle finiş çizgisine ulaşılan bir büyüme maratonu.
Tekrar yapar mıyım? Allah kısmet ederse, bir yedi sene daha sonra, kocam emekli olduktan sonra, bu sefer daha farklı, daha uzun süre bir yerlerde kalıp yaşayarak seyahat ederiz.
İnsanlar bir de Lara'nın hatırlamayacağını söylüyor. “Biraz daha büyüsün, sonra gidin,” diyorlar. Ben ilk dünya turumu yaptığımda 31 yaşındaydım, şimdi ne hatırlıyorum sanıyorsunuz ondan? Sadece yaptığımı biliyorum, yazdığım için hikâyeleri biliyorum, ama detayları hatırlamıyorum. Manzaraların bir anlık görüntüleri var zihnimde. Olayların ve duyguların silik bir hatırası. Önemli olan hikâye. Lara için hikâyeleri de ben yazacağım zaten. Ve hatırlamasa bile bunlar bir çocuğun zihninin şekillendiği en önemli yıllar. Kızımın şimdi seyahat etmesini istiyorum. Algısının öyle gelişmesini istiyorum. Dünyanın büyük bir yer olduğunun, farklı insanlar ve farklı yaşamların mevcut olduğunu görmesini istiyorum. Okulda arkadaşlarına tüm yaptıklarını anlatmasını istiyorum. Öğretmeninden daha çok şey bilmesini istiyorum. Daha çok gezip görmüş olmasını istiyorum. Daha dört yaşında öğretmen-öğrenci rollerini değiştirecek kapasitede olmasını istiyorum.
Beni dürten ne? Aslında bilmiyorum. İçeriden bir şey... Ama eğer mantıklı bir cevap istiyorsanız, orada görmediğim yerler, yapmadığım yolculuklar olması. Veya bir arkadaşımın dediği gibi, alışmadık kıçta don durmaz. Evet durmuyor. Hayır durmuyor.
Bir şeyi yapmaya nasıl karar veriyorum biliyor musunuz?... Güzel bir hikâye olur mu diye soruyor ve düşünüyorum... İnsan öyle yaşamalı hayatı. Eğer mümkünse. Onu güzel bir hikâye yaparak.
İşin tuhafı... Bu yolculuğu şimdiden yapmış gibi hissediyorum. Her şey planlı olduğu için. Sanki yapmaya gerek yokmuş gibi. Her şeyi biliyorum gibi. Ama öyle değil elbette. Ne hissedeceğimi bilmiyorum, tren nasıl olacak bilmiyorum. Yolda kiminle tanışacağım bilmiyorum, Güney Pasifik Adaları nasıl olacak bilmiyorum. Keşke burada yaşasaydım, yaşasaydık diyecek miyim, miyiz bilmiyorum. Bir gün o yerlerde yaşamayı hayal edecek miyiz bilmiyorum. 45 gün aynı gemide olmak nasıl hissettirecek bilmiyorum. Nispeten küçük bir geminin nasıl hissettireceğini. Seul veya Taipei'i sevecek miyim bilmiyorum. Yani bir fikrim var aslında, Çin'e oldukça benzer ve sıkıcı olacak. Sadece görülmüş olması için görülecek yerler. Bir sonraki destinasyonuma gitmek için günlerin geçmesini bekleyeceğim. Vakit geçmek bilmeyecek, sadece iki gün bile olsa. “Yeter ki bu kirli ve gürültülü şehirden kurtulayım.” Gerçekten böyle mi diyeceğim yoksa olumlu anlamda etkilenecek miyim? Lara'nın Disneyland'de ne kadar eğleneceğini düşünmek istemiyorum. O yaşanması gereken bir şey. Her neyse... Yolculuğa hazırım. Zihnen yeni bir maceraya atılmaya hazırım. Elbette yolda pasaport ve vizelerle ne gibi aptallıklarla karşılaşabilirim, biliriz bilmiyorum. Yolda karşına ne çıkacağı asla bilinmez. Biri Avrupa pasaportu olan çifte pasaportla seyahat ediyor olsan bile.
Ve asıl önemlisini unuttum tabii. Veya hiç düşünmüyorum, düşünmek istemiyorum. Lara hastalanmadan yolculuğu tamamlayabilecek miyiz? Kocama bunu sorduğumda “Beni merak etmelisin asıl” dedi. O da doğru.
Kruvaziyerlerle rahat bir yolculuk yaptığım için dudak bükecek, öylesi dünya turlarından sonra böylesini yaptığım için beni hor görecek birçok insan olabilir, biliyorum. Aldırmıyorum. Bir çocuğum vardı, bir ailem vardı, şimdi maddi gücüm buna yetiyordu, böyle seyahat ettim. Bu hayatta bir kere yapılacak bir seyahat. Aslında komik, iki tane hayatta bir kere yapılacak seyahat yaptım. Ve şimdi, üç olacağını umuyorum. Bir zamanlar hayatın bana kaç gol attığını hesaplamıştım. İlki anne-babamın biz (kardeşim ve ben) tam bluğ çağındayken büyük kavgalarla boşanması, ardından merdiven çıkmamı zorlaştıran, genel olarak hareketlerimi engelleyen kas ve deri hastalığım. Sonra dünya turu ile ben bir gol attım. Sonra ikincisi geldi. Sonra Lavinia geldi. Onu hayat iki gol attı diye sayabilirim, tavladaki mars gibi. Tuş oldum. Aslında onu beş gol diye sayabilirim, hatta on, hatta hatta yüz veya bin... Yapmamamın sebebi, çok şey kazandım. Beni sorgulattı, düşündürttü, farkına vardırttı.: hayatın ne olduğunun. Ne kadar kırılgan olduğumuzun...
Her neyse... Skor tutmanın gereği yok. Hayat futbol maçı değil, son nefesinle sona eren, o son nefesle finiş çizgisine ulaşılan bir büyüme maratonu.
Tekrar yapar mıyım? Allah kısmet ederse, bir yedi sene daha sonra, kocam emekli olduktan sonra, bu sefer daha farklı, daha uzun süre bir yerlerde kalıp yaşayarak seyahat ederiz.
İnsanlar bir de Lara'nın hatırlamayacağını söylüyor. “Biraz daha büyüsün, sonra gidin,” diyorlar. Ben ilk dünya turumu yaptığımda 31 yaşındaydım, şimdi ne hatırlıyorum sanıyorsunuz ondan? Sadece yaptığımı biliyorum, yazdığım için hikâyeleri biliyorum, ama detayları hatırlamıyorum. Manzaraların bir anlık görüntüleri var zihnimde. Olayların ve duyguların silik bir hatırası. Önemli olan hikâye. Lara için hikâyeleri de ben yazacağım zaten. Ve hatırlamasa bile bunlar bir çocuğun zihninin şekillendiği en önemli yıllar. Kızımın şimdi seyahat etmesini istiyorum. Algısının öyle gelişmesini istiyorum. Dünyanın büyük bir yer olduğunun, farklı insanlar ve farklı yaşamların mevcut olduğunu görmesini istiyorum. Okulda arkadaşlarına tüm yaptıklarını anlatmasını istiyorum. Öğretmeninden daha çok şey bilmesini istiyorum. Daha çok gezip görmüş olmasını istiyorum. Daha dört yaşında öğretmen-öğrenci rollerini değiştirecek kapasitede olmasını istiyorum.
Beni dürten ne? Aslında bilmiyorum. İçeriden bir şey... Ama eğer mantıklı bir cevap istiyorsanız, orada görmediğim yerler, yapmadığım yolculuklar olması. Veya bir arkadaşımın dediği gibi, alışmadık kıçta don durmaz. Evet durmuyor. Hayır durmuyor.
Bir şeyi yapmaya nasıl karar veriyorum biliyor musunuz?... Güzel bir hikâye olur mu diye soruyor ve düşünüyorum... İnsan öyle yaşamalı hayatı. Eğer mümkünse. Onu güzel bir hikâye yaparak.
Bu arada, kitabın ismini de düşünmüştüm. Dünyanın etrafında kaç gün olacaktı? 80 günde yapamazdık. 100 günden fazlası hoş olmazdı. İki haneli bir rakam olması gerekiyordu. Elbette, en mantıklısı 99 gün idi. Böylece seçmiş oldum. Yolculuğun tam planını yapmadan. Sadece genel bir fikirle.
Şimdi Güney Pasifik kruvaziyerini ayırttığımıza göre geriye dönüp plan yapmalıydık. Trans-Sibirya ne kadar sürerdi? Biletler önceden alınamıyordu. Hareket gününden 60 gün önce satışa çıkıyordu. Ve site uyarıyordu: Bu en popüler rota olduğundan, özellikle birinci-snıf kompartmanlar hemen tükenebiliyordu. Eylül biraz sezon dışı kalıyordu ama yine de sınırdaydı. İhtiyatlı olmaya karar verdik. Eğer doğru biletleri alamazsak uzun bir dominonun hassas dengesini bozup devirecek bir taştı. Dolayısıyla, 8 Eylül trenine karar verdik. O tren biletlerini alamazsak 15'inde hareket eden tren için şansımız olurdu ve kruvaziyere zamanında binebilirdik. Biletleri alma günü geldiğinde heyecanlıydık. Bir gece önce bir hesap yaptım. Trene 59 gün kalmıştı. Biletleri alacağımız acentadaki kadının hata yapmış olduğunu düşünüp biletlerin tükenmiş olmasından korktum ve strese girdim. Bir şekilde uyumayı becerdim ama onayı duymak için büyük beklenti içinde uyandım. Öğlene kadar ses çıkmayınca bir mesaj attık. Natalia, uzun bir sıra olduğunu söyledi. Stresli, uzun birkaç saatti. Ama biletleri almayı başarmıştı ve bize fotoğraflarını gönderdi.
Şimdi uçuşları ayırtabilirdik. 5'inde yola çıkmak iyi fikirdi. Tren yolculuğundan birkaç gün önce. Cumartesiye denk gelmesine rağmen, Moskova'ya uçuş ucuz ve epey mantıklı idi. Dolayısıyla onu ayırttık. Dönüşe gelince... Uçuşları kontrol edince, en iyi seçenek düşük maliyetli Norwegian uçuşu idi. Lara'nın doğum gününden iki gün sonrasını, 14 Aralık'ı seçtik. Formları doldurdum, kredi kartının detaylarını girdim, ve “Satın Al” butonuna bastım. Visa onay şifresine yönlendirdi. Annemi aradım. (Biletleri onunla satın aldığınızda seyahat sigortası sağlayan ve birçok mil kazandıran bir Türk kredi kartı kullanıyoruz, onun şifresi de annemin cep telefonuna gidiyor.) Ama şifre yoktu. Anneme bankayı arayıp ne olduğunu sormasını söyledim. Cevap şuydu: Annem cep telefonu sağlayıcısını değiştirdiğinden sistem bloke olmuştu ve iki günden önce çözülmezdi. Yahu numarası aynı, nedir bu saçma güvenlik nedenleri ile insanı zora sokma? Üstelik neden iki gün sürüyor? Elbette canım sıkılmıştı. Daha çok zaman vardı ama ya fiyatlar değişirse? Hiç gereksiz, daha fazla ödememiz gerekirse? Her neyse... yapabileceğim bir şey yoktu. Uyudum ve düşündüm. Belki 11'inde dönmek daha mantıklı olabilirdi. Evet, Lara'nın doğum gününü uçakta geçirme fikri hoşuma gitmedi ilk başta, ama sonra, düşününce, doğuya, yani güneşin doğduğu yöne doğru gidiyor olacağımızdan, zamanda geri gidecektik, yani doğum günü 24 saatten uzun sürecekti. Üstelik, 12 Aralık'ta saat 21:15'te, yani onun doğum saatinden bir saat kadar önce dönüyorduk. Dolayısıyla, dört yaşına basmadan evvel dünya turu yapmış, dünyanın etrafında dönmüş olacaktı. Ayrıca, temel olarak yolculuğu tamamladıktan ve yapacak daha önemli bir şey yokken sırf bunun için Miami'de dört gün oyalanmanın anlamı yoktu. Bunun üzerine kocamı ikna ettim ve ertesi gün bileti 11 Aralık için aldım. Gemi Bahamalar'dan sabah dönüyordu, uçak gece yarısına doğru kalkıyordu. Artı, 12'si Cumartesi idi ve kocamın Pazartesi işe gitmek üzere dinlenmek için zamanı kalıyordu. Her şey çok uymuştu.
Elbette, tüm bu ayarlamalar sürecinde öncelik, rahatımızı ve yapmak istediklerimizi hesaba katarak biletleri ve zamanımızı en uygun şekilde ayarlamaktı. 105 gün mü olur 97 gün mü hiç hesaba katmamıştım. “99 Gün” sadece kitabın ismi içindi. Gerçek olması gerekmiyordu. Ama sonra, oturup saydım elbette. Tam olarak kaç gün olacaktı? Ve bilin bakalım! Tamı tamına 99 gün! Sihir! Tüm taşların yerine oturduğunu hissettim. Bir kez daha, her şey sanki ilahi bir el tarafından ayarlanmış gibiydi.
Şimdi Güney Pasifik kruvaziyerini ayırttığımıza göre geriye dönüp plan yapmalıydık. Trans-Sibirya ne kadar sürerdi? Biletler önceden alınamıyordu. Hareket gününden 60 gün önce satışa çıkıyordu. Ve site uyarıyordu: Bu en popüler rota olduğundan, özellikle birinci-snıf kompartmanlar hemen tükenebiliyordu. Eylül biraz sezon dışı kalıyordu ama yine de sınırdaydı. İhtiyatlı olmaya karar verdik. Eğer doğru biletleri alamazsak uzun bir dominonun hassas dengesini bozup devirecek bir taştı. Dolayısıyla, 8 Eylül trenine karar verdik. O tren biletlerini alamazsak 15'inde hareket eden tren için şansımız olurdu ve kruvaziyere zamanında binebilirdik. Biletleri alma günü geldiğinde heyecanlıydık. Bir gece önce bir hesap yaptım. Trene 59 gün kalmıştı. Biletleri alacağımız acentadaki kadının hata yapmış olduğunu düşünüp biletlerin tükenmiş olmasından korktum ve strese girdim. Bir şekilde uyumayı becerdim ama onayı duymak için büyük beklenti içinde uyandım. Öğlene kadar ses çıkmayınca bir mesaj attık. Natalia, uzun bir sıra olduğunu söyledi. Stresli, uzun birkaç saatti. Ama biletleri almayı başarmıştı ve bize fotoğraflarını gönderdi.
Şimdi uçuşları ayırtabilirdik. 5'inde yola çıkmak iyi fikirdi. Tren yolculuğundan birkaç gün önce. Cumartesiye denk gelmesine rağmen, Moskova'ya uçuş ucuz ve epey mantıklı idi. Dolayısıyla onu ayırttık. Dönüşe gelince... Uçuşları kontrol edince, en iyi seçenek düşük maliyetli Norwegian uçuşu idi. Lara'nın doğum gününden iki gün sonrasını, 14 Aralık'ı seçtik. Formları doldurdum, kredi kartının detaylarını girdim, ve “Satın Al” butonuna bastım. Visa onay şifresine yönlendirdi. Annemi aradım. (Biletleri onunla satın aldığınızda seyahat sigortası sağlayan ve birçok mil kazandıran bir Türk kredi kartı kullanıyoruz, onun şifresi de annemin cep telefonuna gidiyor.) Ama şifre yoktu. Anneme bankayı arayıp ne olduğunu sormasını söyledim. Cevap şuydu: Annem cep telefonu sağlayıcısını değiştirdiğinden sistem bloke olmuştu ve iki günden önce çözülmezdi. Yahu numarası aynı, nedir bu saçma güvenlik nedenleri ile insanı zora sokma? Üstelik neden iki gün sürüyor? Elbette canım sıkılmıştı. Daha çok zaman vardı ama ya fiyatlar değişirse? Hiç gereksiz, daha fazla ödememiz gerekirse? Her neyse... yapabileceğim bir şey yoktu. Uyudum ve düşündüm. Belki 11'inde dönmek daha mantıklı olabilirdi. Evet, Lara'nın doğum gününü uçakta geçirme fikri hoşuma gitmedi ilk başta, ama sonra, düşününce, doğuya, yani güneşin doğduğu yöne doğru gidiyor olacağımızdan, zamanda geri gidecektik, yani doğum günü 24 saatten uzun sürecekti. Üstelik, 12 Aralık'ta saat 21:15'te, yani onun doğum saatinden bir saat kadar önce dönüyorduk. Dolayısıyla, dört yaşına basmadan evvel dünya turu yapmış, dünyanın etrafında dönmüş olacaktı. Ayrıca, temel olarak yolculuğu tamamladıktan ve yapacak daha önemli bir şey yokken sırf bunun için Miami'de dört gün oyalanmanın anlamı yoktu. Bunun üzerine kocamı ikna ettim ve ertesi gün bileti 11 Aralık için aldım. Gemi Bahamalar'dan sabah dönüyordu, uçak gece yarısına doğru kalkıyordu. Artı, 12'si Cumartesi idi ve kocamın Pazartesi işe gitmek üzere dinlenmek için zamanı kalıyordu. Her şey çok uymuştu.
Elbette, tüm bu ayarlamalar sürecinde öncelik, rahatımızı ve yapmak istediklerimizi hesaba katarak biletleri ve zamanımızı en uygun şekilde ayarlamaktı. 105 gün mü olur 97 gün mü hiç hesaba katmamıştım. “99 Gün” sadece kitabın ismi içindi. Gerçek olması gerekmiyordu. Ama sonra, oturup saydım elbette. Tam olarak kaç gün olacaktı? Ve bilin bakalım! Tamı tamına 99 gün! Sihir! Tüm taşların yerine oturduğunu hissettim. Bir kez daha, her şey sanki ilahi bir el tarafından ayarlanmış gibiydi.