Amerika'dan Londra aktarmalı İtalya'ya dönüyoruz. Londra'ya indik. “Transit” tabelasını izliyoruz. Güvenlik kontrole geldik.
Şimdi... Daha yeni uçaktan inmiş birinin havaalanı içinde iki adım attıktan sonra bir kez daha aranmasının mantığını ben anlayamıyorum ama vardır elbet “yetkililer”in bir bildikleri. Belki diğer uçtaki kontrole güvenmiyorlardır, “Biz de bir kontrol edelim bakalım” diyorlardır. Hoş, elimizde bomba varsa neden bir önce bindiğimiz uçağı havaya uçurmadık meselesi de var. Belki İngilizlere kastımız vardır, onlara zarar vermek istiyoruzdur diyelim. Ama onda da İngiltere'ye giden uçağı değil de İngiltere'den kalkan uçağı havaya uçurmanın ne farkı var ben göremiyorum. Gerçi tabii uçakta değil havaalanında bomba patlatmak istiyor olabiliriz. Veya tabii korkuları diğer uçtaki kontrolün eksikliği değil de Londra'da yere indiğimizde transfer olacağımız uçağa giderken attığımız iki adımda kendimize bomba malzemesi edinmemiz olabilir. Hoş, o alan da onların kontrolünde ya, her neyse... Paranoyak düşüncelerin ipinin ucunun nereye gittiğini kestirmek, tahmin edebilmek imkansız, boş yere uğraşmayayım. Geçtik Londra transitteki dedektörden. Çantamda 100 ml'lik bir süt şişesi vardı. Elimden aldılar. “Kız için süt,” dedim. “Alamazsın.” “Peki neden?” Sonuçta aynı şişe ve aynı sütü Amerika'da geçirtmişlerdi. “Kaç yaşında?” diye sordu kadın. “3,” dedim gayriihtiyari. O gün 4 olmuştu aslında kız. Bilmem ne tür bir şişede ve 2 yaşına kadar olduğunu söyledi kadın. Sanki çocuklar iki yaşından sonra süt içmiyorlar! Her neyse... Zaten sütü dökecektim, istediğimden değil. “İki saat 4 derecenin üstünde buzdolabının dışında duran şeyleri atın” diyorlar. On saat olmuş. Kıza bozuk süt içirmeye hevesli değilim. Hatta uçakta ayağa kalkabilseydim tuvalette dökecektim ama kızı uyandırmayayım diye kalkamamıştım. Şişeyi kadına bırakıp yoluma devam ediyordum ki... Hop! Dur bir dakika... Önümde bir alet duruyor. Amerika'da sütü 30 saniyeliğine bir alete sokup vermişlerdi. İlk kez görmüştüm böyle bir şeyi. İşte önümdeki alet de Amerika'daki o aynı alete benziyor. Madem aynı alet onlarda da var, neden sütü sokup bakmıyor ve geçirmeme izin vermiyorlar diye kafama takıldı. Kafama bir soru takılınca, takılır; ben takılır kalırım. Geri döndüm. Yeniden sordum. “Neden sütü alamıyorum? Amerika'da bir alete sokup verdiler, oradaki de aynı alet değil mi?” Kadın sert bir şekilde “Alamazsın!” dedi. Yahu ben sana “Alabilir miyim?” diye mi sordum ki “Alamazsın” diyorsun? Almayayım zaten, isteyen yok. Sadece nedenini bilmek istiyorum. Meraktan. Kadın yine aynı şeyi tekrarladı. “Alamazsın.” Ben de aynı şeyi tekrarladım. “Almak istemiyorum zaten. Ama Amerika'daki aynı aletten sizde de var madem, neden süs diye duruyor da kullanmıyorsunuz? Amerika'da almışken neden burada alamıyorum?” Neyse ki orada oturan başka bir adam ne demeye çalıştığımı, sorumu anladı da cevap verdi. “Her yerin ayrı kuralları var. Kontroller uluslararası standardı olan bir şey değil. Ayrıca her yerin alarm seviyesi de zamana göre değişiklik gösterebiliyor. İngiltere şu an özel bir alarm durumunda değil ama biz her zaman sıkı tutuyoruz, o nedenle de izin vermiyoruz. Burada en güvenlikli yerde olduğunuzu söyleyebilirim.” Adama “Uçağımızın teknik bir arıza nedeni ile düşmeyeceğini veya hava koşulları nedeni ile yere çakılmadan Roma Havaalanına ineceğimizi de garanti ediyor musun?” diye sorasım geldi ama yapmadım tabii. Cevabını beğendiğim ve onayladığım söylenemez ama en azından istediğim cevabı almış, tatmin olmuştum. Zor biri miyim? Bana öyle gelmiyor. Ama standart biri olmadığıma, benim gibi insanlarla pek de sık karşılaşmadıklarına eminim. Ben sorularıma cevap isterim. Ne sorduysam ona. Ama sanırım insanlar sorulardan anlamıyor, soruyu soru olarak değil, sorgulamak olarak görüyorlar. Otoritelerine sorgu. Yalan da değil tabii, onu da sorguluyorum ama ilk başta sorguladığım mantıkları. Sen bana “Alamazsın” diye tepkisel bir cevap vereceğine, önce ne soruyorum diye sözcükleri dinlesen de sorulan sorunun kendisine cevap versen! Bu ilk değildi. Korkarım ki son da olmayacak. *** Geçen hafta pazarda... “6 avro,” yazıyor tabelada. Ayakkabılara göz atıyorum. İlgimi çektiğinden değil, zaten dünya kadar ayakkabım var. Sonra Lara için kar botları gördüm. Baktım 28 numara. Uygun fiyatlı şeyler bulduğumda alıyorum, nasıl olsa büyüyecek ve kullanacağı gün gelecek düşüncesiyle. Cüzdanımdan para çıkardım adama uzattım. Bozuk para vardı, tam olduğuna baksın diye “Okey?” diye sordum. “Çocuk ayakkabıları 10 avro,” dedi eliyle işaret ederek. Kafamı kaldırdım, bir yandaki tezgahta çocuk ayakkabıları varmış ve orada “10 avro” yazıyor. “Peki,” deyip verdiğim parayı geri aldım ki 10'luk çıkarıp vereyim. O sırada kendimi açıklamak için “Ama buradaydı,” dedim. “Hayır!” dedi adam sert bir şekilde. Sanki yalan söylüyormuşum gibi. “Ben buradan aldım,” dedim bunun üstüne. “Hayır!” diyor halen. “Ben buradan aldım!” dedim bu sefer daha da vurgulayarak. “Hayır!” diyor halen. “10 avro.” Yahu “10 avro değil” mi dedim ben sana? Öyle diyorsan öyle. 10 avro dediğin şeyi zorla 6 avro vererek alacak veya kutuyu alıp kalabalıktan sıyrılarak koşup kaçacak değilim! 6 sandığım bir şey için 10 demişsen 10'a almak isteyip istemediğimi düşünür, ona göre ya bırakır ya istediğini verir alırım. Nitekim alacağım da. “Okey” demişim ve cüzdanıma elimi atmışım. Neden illa bana yalancı muamelesi yapmak zorundasın? Sanki 4 avro cebimde kalsın diye seni dolandırmak için yalan söylüyorum! Neden daha mantıklı olan alternatif açıklamayı düşünmüyorsun? Bu kadar zor mu bunun bir yanlış anlaşma olduğunun açıklamasını yapmak? İnsanlar gelip gidiyor, insanlar bakmak için ellerine bir şey alıp sonra bir yere koyuyorlar. Birisi de yanlışlıkla öte tarafa dönüp bırakmış demek ki. Bu kadar basit. Sonunda ben dedim “Birisi bu tarafa koymuş olabilir ama ben buradan aldım” diye. O da yarım yamalak bir “Özür dilerim” dedi ve ben de parayı verip aldım ama o arada “Al başına çal” diye ayakkabıyı bırakmak da içimden geçti. Ama tabii böyle şeyleri kişisel alıp tepki göstermenin alemi yok. Ayrıca, seneye Antarktika gezimiz için tam uygun ayakkabıları aldım! Allah kısmet ederse... Kıssadan hisse: Önemli olan ne söylediğiniz değil, insanların ne duydukları. Bunu biliyorum. Maalesef öyle. Ama işte keşke insanlar kelimeleri doğru kullanmayı ve kelimeleri kendilerince yorumlayıp, insanların niyetleri hakkında kehanette bulunup çıkarımlara varmak yerine kelimelerin kendileri ile anlaşmayı, iletişmeyi öğrenseler. Aslında ben de yapıyorum bunları: Yorumluyorum, sonuçlar çıkarıyorum, söylediklerinden insanların karakterini çıkarıyorum. Sadece bunları yaparken karşımdakine mantık zincirimi anlatıyorum ki bir yanlışım varsa nerede nasıl farklı düşündüğümüz, rayların nerede yamuk gitmeye başladığı tespit edilebilsin. Henüz benimle bu düzeyde tartışacak birine rastlamadım. Tüm tartışmalar “Ben buna inanıyorum, bu doğru, sen yanlışsın” diye gidiyor sanki. Karşımızdakini dinleyip anlasak dahi bulunduğumuz noktadan bir adım atmıyoruz. (“Tüm o yazdıklarına rağmen, benim tüm o yazdıklarını net ve kesin anlamama rağmen düşüncemin değişmediğini bilmeni isterim,” diyen arkadaş gibi. Bakınız http://www.gulin.world/saygi-ustune.html ) Sanki karşımızdakinin de kendince haklı olduğu noktalar olduğunu kabul edersek oyunu “kaybedeceğiz.” Bizden farklı düşünen bir insanla tüm “sohbet”lerimiz her iki tarafın da futbol takımı tutar gibi kendi görüşüne tutunduğu, kişisel, duygusal bir boyutta kalıyor. Umarım ki insanoğlu bir gün bu defansif/saldırgan, iddiacı tutum noktasını aşar ve farklı görüşten insanlarla bir arada yaşayabilir. VEYA, diğer umudum o ki, bir gün dünyanın dört bir yanından benzer görüşlü insanlarla gruplar oluşturup o insanlarla bir “ülke” kuracağız. Böylece herkes uygun gördüğü şekilde yönetilebilir ve sonsuza dek mutlu yaşar. VEYA, mutlu olmazsanız, ait olduğunuz yeri bulana kadar grup, yani ülke değiştirebilirsiniz. Ondan sonra da sonsuza dek mutlu yaşarsınız. Bilim-Kurgu Senaryolar “Eğer böyle yaparsan kendini ıssız bir adada yalnız bulursun,” dedi kocam yukarıdaki son cümlelerimi okuduğunda. “Evet, aynen benim burada olduğum gibi,” dedim mutlulukla. “Issız bir adada değilim ama sevdiğim iki kişiyle dünyanın izole hoş bir köşesindeyim.” “Diğeri bir büyüsün de gör bakalım,” dedi. “Şimdiden sorun yaratıyor,” dedim. “Büyüdüğünü sanıyor. İleride daha anlaşmazlıklarımız olacağını biliyorum. Yine de... Onunla geçinebileceğimi sanıyorum ve umuyorum.” Carlo “farklı görüşten insanlarla bir arada yaşayabilir” demekle yazıyı hoş bir şekilde kapattığımı, gerisine gerek olmadığını söyledi. Sonsuza dek mutlu yaşamak neyin nesiydi? Aslında o kısım bir düşünce-deneyi idi. Okuyucunun, sırf benzer görüşlü insanlarla yaşamak mümkün olsa nasıl olurdu diye tahayyül etmesi için. Carlo bunun imkansız olduğunu iddia etti.: Birçok konuda anlaştığın insanlarla dahi farklı düşündüğün konular mutlaka olacaktı. Doğru, ama önemli olan “genel olarak” aynı düşünmek. Herkesin kendi oy verdiği parti tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünmüşümdür her zaman. Neden olmasın? Elbette ortak bir alan var ve o ortak alanla ne yapacağın sorunu var. Yine de... İnsanlar yönetilmek istedikleri kanunları kendileri “seçebilmeli.” Belki bir gün, “yöneticilerimiz” birkaç farklı “anayasa” yazar ve herkesin kendi seçimini yapmasına izin verir. Kişiye özel, terziye ısmarlama kanunlar. Elbette öldürme, yalan söyleme vs. hakkınız olmayacak. Yine de, bir özgürlük alanınız olacak. “Benzer görüşlü insanlarla nasıl ülke kurarsın? Eğer beğenmezsen kalkıp başka ülkeye gidemezsin,” diye itiraz etti kocam. “Neden olmasın?” dedim. “İnternet gruplarında yapabiliyorsun. Şu anda çok fazla grup var, ama zaman içinde onları demet yapıp, benzer grupları tek şemsiye altında toplarsın. Kaç tane? Diyelim ki... şu anda ülke sayısı kadar, yaklaşık 200 grup. Bütün bu insanları kitlesel bir taşınma ile aynı yere toplarsın ve voila!” Ama tabii insanlar bu sefer hangi grup nerede yaşayacak kavgasına düşecekler. “Neden liberaller/demokratlar/sağcılar vs. Afrika'da yaşayacakmış? Avrupa'da/Kuzey Amerika'da yaşamayı biz hakKediyoruz,” diyecekler. Bu tombala çekerek kolaylıkla halledilebilir. Yine de... O kadar insanı yeni bir yere taşıma fikri bana da çok gerçekçi gelmedi. Dolayısıyla başka senaryolar geliştirmek durumunda kaldım: Düşününce... Buna gerek dahi yok. Zaten hepimiz evimizde bilgisayarımızın, dizüstümüzün, akıllı telefonumuzun ve bir sonra ne gelecekse o aletin başında olacağız, yer değiştirmemize gerek yok. İnternet üzerinden yaptığımız alışverişleri bize ulaştırmak, yiyeceklerimizi yetiştirmek gibi işler yaptıkları için evlerinin dışında bir hayatı olan insanlara çeşitli imtiyaz ve muafiyetler tanınabilir. Ah tabii, seyahat etmek istediğinizde de sorun çıkacak. Eh... Gelecek yüzyılda seyahate de ihtiyaç kalmayacak. Duymadıysanız (!) Google Earth diye bir şey var. Tüm bunları sanal olarak yapacaksınız. Her deneyim sanal olarak yaşanacak, isteklerinize mükemmel uyan kendi seyahatinizi programlayabileceksiniz. Eğer sürpriz isterseniz, gezinizi sizin adınıza programlayacak bir tasarımcıya paslar ve yazılı bir karakterin hayatını yaşarsınız. Tamam. Bu kadar bilim-kurgu yeter sanırım benim için. Ey insanlar... Özellikle de yönetici kitle... Farklı görüşteki insanlarla birlikte yaşamayı, veya en azından kimsenin gözünü oymadan mesafe koymayı öğrenin!
0 Comments
Your comment will be posted after it is approved.
Leave a Reply. |
|