Geçenlerde bir tanıdık yazıp sormuştu:
"Hayat sana güzel diye söyleyen kaçıncı kişiyim acaba? :) Hani çok gezen daha çok bilirmiş ya... onu anlıyorum. Bir de -belki de yapmışındır- bu kadar çok seyahat eden, yeni yerler, kişiler, hikayelerle tanışan kişilerin bizim gibi rutin dışına pek çıkamayanlarla mukayese edildiğinde duygu dünyalarındaki değişimlerle ilgili değerlendirmelerini anlamak istiyorum." Belki ukalalık ama cevabım aslında "Vizyonu sınırlı insanlar dünyasında bir dünya gezgininin yalnızlığı" olarak da özetlenebilir. Detayları ise burada da paylaşmak istedim: :)) “Hayat sana güzel” diyen de çok olmadı aslında biliyor musun? Daha çok aileme bakıp “Tuzun kuru” diyorlar/dı, o da acaip rahatsız ediyor/du beni. Hiçbir zaman ailemin parasına güvenmedim, onların parasını kullanmadım seyahatlerim için. Üstelik bunu söyleyenlerin de tuzu ıslak filan değildi; yani çoluk çocuk sorumluluğu olan, yaşlı anne-babasına bakması gereken insanlar değil, özel şirkette çalışıp benim 2-3 mislim para kazanan, ama tabii kazandığı gibi aynı şekilde de harcayan insanların bunu demesine uyuz oluyordum. “Hayat bana güzel değil” demeyeceğim elbette. “Dünyanın en büyük acısı” denen şeyi yaşamış olsam da, ve gerçekten çok büyük acı olsa da, ben ona öyle demeyeceğim, demiyorum, çünkü dünyada gerçekten savaşlar, katliamlar ve o kadar korkunç acılar yığını var ki... Tek bir çocuklarını değil, üç-beş, hatta sekiz tanesini birlikte kaybedenler var, üstüne kocasını-karısını kaybeden var, üstüne evi başına yıkılmış ve hiçbir geleceği olmayanlar var, üstüne kolunu-bacağını kaybetmiş, tecavüze uğramış olanlar var... Tüm bunların üstüne akıllarını kaçıranlar var. Dünyanın en büyük acılarından payımı almış olsam da, Allah'ın sevgili kullarından olduğumu düşünmüşümdür hep. “Neden ben?” diye sormadım. “Neden ben de olmayayım?” Sorunun doğrusu bu. İnsanlar başlarına iyi bir şey geldiğinde “Neden ben?” diye sormuyorlar. Tüm dünya insanları ile kıyaslandığında sahip olduklarının ne kadar fazla olduğunu düşünmüyorlar. Çok büyük eksiklik bu onlar için. Benim hayatımsa şimdilik gayet güzel çok şükür. Yarın ne olacağı bilinmese de... Biliyorsun bu seyahatlerimin amacı ne, değil mi? Yani laf olsun diye gezmiyorum artık. Her ülkeye gittikten sonra doğum yerine göre ırk ayrımcılığı olan, global aparteid yaratan sınırları ve vizeleri protesto etmek için pasaportlarımı yakacağım. Ben bunu doğuşta başlayan adaletsizlik diye tanımlıyorum, çünkü bir Afgan bebek sadece 25 ülkeye özgürce gidebiliyorken Amerikan veya Avrupalı bir bebek 165 ülkeye gidebiliyor. Yani doğduğun anda dünyanın ne kadarı sana açık belirlenmiş durumda. Bunu belirleyen de ya gerçek anlamda kanlı bir savaşla ya da mecazi anlamda kanlı politika ile çizilmiş sınırlar. Sana doğumda biçilen vatandaşlık. Benimki ne iş ne keyif... İş değil, çünkü kimse bana para ödemiyor bunu yaptığım için; keyif de değil çünkü eğer bir amacım olmasa, şu anda, çok sevgili bir kocam ve dünya harikası bir kızım varken onları bırakıp gitmezdim.* Ama işte herkes doğduğu dünya üzerinde özgürce hareket edebilsin, insanlar arasında doğdukları yere göre ayrımcılık yapılmasın diye, bu adaletsizliği gidermeyi üstüme vazife edindim. * Yani sevmediğim, istemediğim bir şeyi yapmıyorum sonuçta, ama tüm ülkeler pek de ilgimi çekmiyordu. Gerçi insanın normalde hiç gitmeyeceği yerlere gitmesinin de ilginç ve güzel tarafları var. 1) Bilinmedik, duyulmadık, turistik olmayan popüler olmamış çok dünya harikası özel yerler var. 2) Erbil'e gittiğimde düşünmüştüm, sana tehlikeli ve korkunç gelen yerlerde insanlar yaşıyorlar, “yuva” diyorlar oraya. Yaşamlarını sürdürüyorlar, çocuklar doğuyor, yemek yeniyor, acılar çekiliyor. Kısaca, yaşam devam ediyor. Öte yandan, kendilerini üstün gören birtakım devletler vatandaşlarına uyarılarda bulunuyorlar, “Mecburi seyahatler dışında oraya gitmeyin.” Bazen “Kesinlikle gitmeyin” bile diyorlar. Kimse düşünmüyor, demiyor “Bu insanlar neden savaşıyor, nasıl durduracağız, dünyayı nasıl daha huzurlu bir yer haline getireceğiz?” diye kafa yormak yerine dertleri kendi paçalarını kurtarmak, kendi vatandaşlarının iyiliğini sağlamak. Oysa hepimiz aynı gemideyiz; bir kısmımız daha geç batsa da eğer gemi batarsa hepimiz batacağız. Görmüyorlar bunu. İnsana ve altyapıya değil de bir taraftan silaha diğer taraftan güvenliğe para yatıran tüm dünya liderlerine embesil diye bakıyorum. Yatır o bizden kaba güçle alıp silaha, sahte güvenliğe yatırdığın paraları insana, zaten güvenlik sorunun kalmaz. Ah en akıllı hayvanız, çok medeniyiz diye geçiniyoruz ama embesiller ordusu tarafından yönetilen koyun sürüsüyüz biz. Geçenlerde Londra'da bir patlama sonrası lise grubumuzda konuşuluyordu; orada yaşayan arkadaşların çocukları konsere gitmiş, yani onlar da yaralanmış olabilirlerdi diye geldi gündeme. “Allah hepimizin çocuklarını korusun” dedi birisi. “Sadece bizlerin değil, tüm dünya çocukları korunsun” diyemedim. İçime oturdu diyememek. Desem bana tuhaf ukala diye bakacaklar. Gerçi yeterince söz söyledim, zaten öyle damgalanmışımdır ama bu onlara iyice şahsi eleştiri gibi gelecekti. Birisi İspanyolla evli, evliliklerinin gerçek olduğunu tespit etmek için gelen polisle yaşadığı abuklukları anlatıyordu. Tamam, salaklık, biliyorum bunu. Ama arkadaşların yorumu ne oldu biliyor musun? “Uğraştığımız işlere bak.” Yine dilimin ucuna geldi, “Evet, doğru, ama bu doğduğumuz yere göre ırk ayrımcılığı yüzünden hayatlarını kaybeden, hayatı kararan ne kadar çok insan var. Bizimki onlarınkinin yanında hiçbir şey değil.” Yine diyemedim. Sırf kendilerini düşünüyorlar. Bunu nasıl yüzlerine vururum? Yani kötü olduklarından da değil, sadece vizyonları o kadarla sınırlı olduğundan. Yoksa iyi insanlar. Ve ben de kendimi üstün görmüyorum ha, sakın yanlış anlaşılmasın! Ben de önce kendimi düşünüyorum. Ama ne kadar çok şeye sahip olduğumu, ne kadar ayrıcalıklı olduğumu da biliyorum. Ve benim sahip olduklarıma başkaları da sahip olmadan, ki her şeyden bahsetmiyorum elbette, ama en temel şeylere bile sahip olmayan, en temel adalet kavramını hayatlarında göremeyen insanlar olduğu sürece ben ayrıcalıklarımın tadını çıkaramıyorum. Oh ne güzel, benim keyfim rahatım yerinde diye oturamıyorum. Keşke daha çok insan rahat oturamasa diye düşünmeden de edemiyorum. Dünya daha güzel ve adil bir yer olabilirdi. O nedenle insanları rahatsız etmek istiyorum. Ama kimseyi rahatsız etmek de hoş bir şey değil. Ondan da rahatsız oluyorum. Yine de kendimi tutamıyorum. Tabii sonunda kendimi geri çekiyor, gruptan ayrılıyorum. Senin gibi ilgilenip anlamak isteyen de pek yok biliyor musun. Diyen ancak “Fotoğraf isteriz” diyor, bir kişi de desin ki “Gülin kitabını sabırsızlıkla bekliyoruz” veya “Bir gün ayarlayalım da toplanalım, sen bize maceralarını, izlenimlerini anlat.” Bir kişi de bunları desin dişimi kıracağım. Yok. Varsa yoksa fotoğraf. Seninki gibi derin soru soran da yok. Sığ ve yüzeysel insanlar. Bu da beni çok boğuyor, toplumda kesinlikle yerim olmadığına inancım perçinleniyor. Hiçbir yere ait olamıyorum ben. Anlaşılamıyorum. Lise arkadaşlarım WhatsApp grubu kurduklarında nasıl heyecan yaptım. Gördüm ki hiçbir yere gitmiyor, tamamen anlamsız sohbetler. Herkes medya önüne ne sunuyorsa gündemle meşgul oluyor, global bakma kapasiteleri yok. Üstelik bunlar Türkiye'nin en iyi okullarında okumuş, medeni ve kapasitesi olması gereken insanlar. Ama yok. Üzgünüm böyle baktığım için, ama yok gerçekten. Hadi Lesoto'da Swaziland'da günlük yaşam savaşı veren veya basit bir yaşam süren sıradan insanları anlıyorum, onlardan çok büyük düşünceler beklemiyorum. Ama hayatı bilen de onlar aslında. “Küçük” insanlar, sıradan insanlar. Her gün ekmek yoğuran nineler, sokakları süpüren çöpçüler, elektrik-suyumuzu sağlayan ustalar asıl kahramanlar. Aman da bilmem ne şirketinin müdürü olmuş, bilmem kaç malikanesi arabası olanlar, sosyal medyada bilmem kaç takipçisi olanlar değil kahraman. (Tabii gerçekten insanlığa hizmet ederek, dünyaya bir katkıda bulunarak para kazananları ayrı tutuyorum.) Ama bu insanlar prestijli, bunlar saygı görüyor, el üstünde tutulup ihya ediliyor. Yaptığım işe destek ve para bulabilmek için böyle insanlarla muhatap olmam gerek, ama benim bu insanların arasında ne işim var? Ben onların dünyalarına ait değilim ki. Tüm dünya ülkelerine giden, dünyanın en çok gezmiş insanlarının kurduğu gruplar da var. Onlara da baktım, yazdıklarını okudum. Kimisi business class seyahat edip yediği yemeklerin fotoğraflarını paylaşıyor, hepsi ben şunları yaptım buraya gittim şöyle gezdim, “ilk karadan her ülkeye ben gittim, her zaman da ilk ben olacağım, çocuklar okullarda benim adımı öğrenecek” “en kısa sürede her ülkeye ben gittim” “her ülkeye giden en genç insan benim” “düzenli bir işi varken her ülkeye giden ilk ve en genç benim” vs. diye böbürleniyor.** Nasıl böbürleniyorlar ki sorma gitsin.*** Vizyonunu genişletmeyeceksen, globalleştirmeyeceksen gezmek sana ne katmış? Tam tersine, tamamen kendilerini merkez yapıyorlar. Kendilerine bakarak dünyayı geziyorlar. Eh, kendi fotoğrafını çekip Instagram'da paylaşacaksın ki reklamın olsun, prim yap; günümüz para kazanma modeli bu tabii, ne diyeyim ki? Tüm bu her ülkeye gidenler arasında bir tek kişi de, “Ya bu sınırlar bu vizeler neyin nesi, nasıl bir adaletsizliktir” dememiş, demiyor! Nasıl bir gezmedir onlarınki, nasıl bir anlayıştır bilemiyorum. Tamam, benim bunları görmekte “avantajım” Türk pasaportu ile seyahat etmeye başlamış olmamda. Ama birkaç tane, kusura bakma ama “salak” Türk de var çok ülkeye giden. Ve diğerleri de tamam, çok fazla aşağılanmıyorlar bir Türk bir Afgan vs gibi ama yine de bir sürü Afrika ülkesine, pek kimsenin varlığından haberi bile olmayan küçük ada ülkelerine giderken bir sürü abukluk yaşamış olduklarına eminim. Bunlar yüzlerce insan, yani bir avuç değil. Tüm dünya ülkelerine gittiğini söyleyenler. Binlerce on binlerce insan da çok yer görmüş durumda. Hatta çok daha fazladır da, çoğunluğun turistik gittiği, kruvaziyerle gittiği, çok ülkeye gitse de genelde onlardan vize istemeyen “medeni” ülkelere gittiği için onlardan beklemiyorum zaten. Ama bunca insandan hiçbiri de mi bunu görmemiş? Herkes de mi statükoyu bu kadar normal ve doğal kabul eder? Nasıl oluyor bu? Veya görüyorlar da susuyorlar mı? Kimse protesto etme ihtiyacı duymuyor mu benim dışımda? Yani insan kaçakçılarına dünya para ödemiş, kendinin ve çocuklarının hayatını tehlikeye atmış, sonra kamplarda süründürülen ve insanca yaşama hakkı tanınmayan, sonunda canına tak deyip ağzına dikiş atan, kendini yakmaya kalkan insanlardan bahsetmiyorum tabii; benim gibi bu açıdan tuzu gerçekten kuru olan insanlardan bahsediyorum. Biz sesimizi çıkarmazsak kim çıkaracak? Onların sesi yok zaten, duyulmuyor. Gerçek acıların sesi olmaz, onlara ses olmak lazım. ** Buna İngilizcede “one-upping” deniyor; kendini özelleştirmek, tekleştirmek. Gördüğün gibi ben de yapıyorum aynısını. Bunları söyleyen bir tek benim diye... Ama aramızda şöyle bir fark var ki, ben tek olmak istemiyorum. İstiyorum ki başkaları da benimle aynı söylemi tekrarlasın, çok olalım, çoğunluk olalım. Ama ne kadar yırtınsam da kimse beni desteklemeye yanaşmıyor. Derlerse dedikleri “A çok haklısın, ben de insanlar arasında ayrımcılık olmaması gerektiğini düşünüyorum; sana katılıyorum.” O kadar. Eee, peki bu konuda bir şey yapmayı düşünüyor musun? Yooo, oraya gelince çıt yok. Beni maddi olarak desteklesinler de demiyorum, yani yapsalar hiç de fena olmazdı tabii ama öyle bir beklentim de yok. Ama en azından onca özen göstererek yazdıklarımı paylaşsınlar, o da yok. “Ah bu yazın çok güzel, çok beğendim.” E iyi o zaman, Facebook'ta bir sürü abuk şey paylaşıyorsun, neden bana çok beğendiğini, aynı fikirde olduğunu söylediğin yazıları o ortamda da beğenip paylaşmıyorsun? Sonuçta ben kendimi bunları söylediğim için gudubet, ucube gibi hissediyorum, ve de hissettiğimle kalıyorum. Benimle birlikte “Kral çıplak” diyebilecek adam arıyorum yanıma; nafile. *** Böbürlenmesinler de demiyorum, ben de üç dünya turu yapmış olmakla övünüyorum, benim de gururum bunlar. O nedenle pasaportlarımı yakmak da hiç öyle kolay olmayacak benim için. Evet, sadece kağıt parçası; ama hayır, benim gibiler için kağıt parçasından öte, hayatımızın abidesi o pasaportlar. Eğer vizeler ve damgalar hareket özgürlüğünü kısıtlayan şeyler değil de bir yere gittiğinin göstergesi, süslü pullar olsalardı başımın üstünde yerleri olurdu. Ülkelerle, milletlerle, bayraklarla da bir sorunum olmazdı, bir grup insanın kültürünün, özelliklerinin simgesi olmakla kalsalardı eğer. Ancak günümüzde insanları bölmek, ayrıştırıp kategorize edip damgalamak için kullanılıyorlar, buna da tahammülüm yok. Benim ailem Türkler değil, kendi öz kardeşim bile ailem değil benim için. Kan diyorlar, kan palavra. Akıyor işte kestiğinde, o kadar. İnsansa insan. O milletten olsun, o renkten, o cinsten olsun, benim ailem gönül birliği içinde olduğum, aynı hayat bakışını paylaştığım insanlar. Seçmediğim bir grup insanla bir öbeğe konmak istemiyorum ben. Hatta öyle çok istemiyorum ki milletleri reddediyorum! Yok öyle bir şey. Hepsi yalan bunların. Hepimize yutturdukları koca bir yalan. Şimdi iki vatandaşlığım var. Nereye gittiğime nereden geldiğime bağlı olarak ya birini ya ötekini gösteriyorum/söylüyorum. Lübnan'a, İran'a giderken Türk'üm, Eritre'ye, Lihtenştayn'a giderken İtalyan. E iyi de, ben aynı insanım. Neden kimlik bölünmesi yaşatmak istiyorsunuz bende? Neden beni bölmek istiyorsunuz? İnsanım ben insan. Diğer her milletten insanın olduğu gibi. İnsanlar sırf hasbelkader benimle aynı sınırlar içinde doğmuş diye kendimi onlarla özdeşleştiremiyorum ben. Ben o sınırları görmüyorum, göremiyorum. Ben dünya benim vatanım diye bakıyorum. * Seyahat ve hayat bana güzele dönecek olursak... Güzel güzel olmasına da... Öyle dışarıdan göründüğü kadar da güllük gülistanlık değil, böyle seyahat bir sürü zorluğa ve sefilliğe katlanmayı da getiriyor beraberinde. Sıcacık evimde, yumuşacık yatağımda, tatlıcık kızıma sarılarak uyumak varken mekanik anonsların yapıldığı gürültülü, neon ışıklı soğuk havaalanının sert koltuklarında, uyumaya çalışmak bile demiyorum, bir parça olsun gözümü kapayıp dinlenmeye çalışmak pek de eğlenceli değil tahmin edersin ki. Yani istesem daha rahat seyahat edebilirim elbette, ben de bilirim otel ayırtıp havaalanına taksi göndertip kendimi aldırmayı, sonra da rahat rahat uyumayı, ama bunların hepsi para demek. Biz de çok zengin insanlar değiliz, bütçemiz sınırlı. 4-5 gece havaalanında uyumakla arttırdığımla bir uçak bileti daha alıyorum. Bir arkadaşım “Ben de dünya turu yapmak isterdim senin gibi,” demişti. Ardından da eliyle saçını kıvırarak “Ama saçım var...” dediydi. Gülerek “Benim de saçım var,” dedim. Ama nedir, genelde kısa tutuyorum, uzatsam da omuz boyunu pek geçmiyor, yıkayıp çıkıyorum. Kuaför derdim yok. 50 yaşıma geldim hiç boya yaptırmadım. 3-4 ayda bir gidip kısalttırıyorum. Yine 3-4 ayda bir kına yapıyorum. 5 TL tanesi :) Manikür-pedikür de yaptırmadım hayatımda. İçkim yok sigaram yok; haliyle karı-kız yok ;) Kola-fanta içmem, çay-kahve de içmem. Yani evde bitki çayı içiyorum ama yolda aramıyorum “Aman da şuraya oturup da bir çay içsem” demiyorum. Restorana gitmem, sokakta satılan bir şeylerden elime alıp gezmeye devam ederim. Hah, kimi böyle gezmeme bakıp “Ne sefillik! Böyle gezmenin ne anlamı var” diye bakabilir, bakıyorlar da. Bense her gittiğim yeri deneyim olarak görüyorum, bilgime görgüme kültürüme dünya görüşüme katkı diye bakıyorum. Üstelik paran olup “zengin” seyahat ettiğinde kaçırdığın birçok şey var. Yani öyle de seyahat ettim, özellikle kızım ve kocamla. Benim tarzım seyahat onları sürükleyebileceğim bir ortam değil zaten. Öyle gezmenin de güzel tarafları var, rahat ve konforlu. Öte yandan çok daha steril. Eğer paran varsa belli seviyede bir servis alacağını bilirsin parayı kullanarak. Ancak paran olmadığında, insanlara güvenmek zorundasın. Hayata ve bilinmeze açık olmak zorundasın. Kendini tanımadığın bir yabancının eline teslim etmek... İnsanın gerçek yüzü, gerçek doğası da ancak böyle zamanlarda ortaya çıkıyor. Korunmasız, savunmasız birine, suistimale açık olan yabancıya nasıl davrandığında. Yabancı olduğu derisinin renginden, giydiği kıyafetten, konuştuğu/konuşmadığı dilden belli olan kişiye nasıl davranırsın? İşte soru bu. Tuhaftır ki seyahat ederken insana, insanlığa inancım pekişiyor. Oysa yerleşik düzende etrafıma baktıkça içim kararıyor güç çekişmelerinden, küçük ego savaşlarından, çıkarcılık ve adi sataşmalardan midem bulanıyor. İnsanlar küçücük güvenli akvaryumlarında birbirlerini yiyorlar. Okyanusta büyük ve tehlikeli balıklar var mı? Var elbette. Ama açıkçası ben okyanusta dolaşmayı tercih ediyorum. Seyahati çok da romantize etmeyeyim tabii, her yerde seni kullanmaya, dolandırmaya çalışan insanlar var. Veya hemen hemen her yerde diyeyim. Bazı ülkelerdeki insanlar gerçekten farklılıklarını gösteriyor, başka yerde olsan seni dolandırmaya çalışırlar, mesela Afrika'nın Kuzey Koresi diye bilinen diktatörlüğüyle meşhur, dışarı kapalı Eritre'de bir tek kişi seni dolandırmaya çalışmıyor turistsin diye. Öte yandan, seyahat ederken senden çıkar sağlamaya çalışan insanlar rahatsız etmiyor beni. Onun yok, senin (yani benim) var. Sende olduğu aşikar. Yani sen ne kadar sefil ve kısıtlı bütçe ile de dolaşıyor olsan, sende olan onda olanla kıyasla çok çok fazla. Eskiden havaalanlarında yakana yapışan taksicilerden rahatsız olurdum, şimdi “Birisi ekmek parası kazanmaya çalışıyor” diye bakıyorum. Doğrusu da bu. Senden fahiş fiyat isteyen de aslında kötü niyetli değil, sana zarar vermek için yapmıyor; sende ihtiyacından fazlası olduğu için ve dahi bunu “afford” edebildiğin, yani maddi gücün buna yettiği için çoluğu çocuğu, karısı için bir parça daha fazla almak istiyor senden. Bunda da gerçekten hiç zarar görmüyorum ben. Ama İtalya'da Türkiye'de Amerika'da vs. olsun, varlığı olan insanların, dünya geneline baktığında her şeyi olan insanların, bir parça daha fazla kendilerine kalacak diye, açgözlülükleri beni tiksindiriyor. “Dilencilere vermeyin” derler ya. Eskiden vermezdim, savardım başımdan. Şimdi isteyen hemen herkese veriyorum. “Çocuklara vermeyin, onları dilenmeye alıştırıyor. Kalem, kitap filan da vermeyin kişisel olarak, götürün okullara bağışta bulunun” diyorlar. Çok mantıklı. Ama HAYIR! Eritre'de katedralin merdiveninde oturan insanların yanına gidip avucunu açan çocuk kafanı salladığında hemen gidiyor yanından. Ben peşine koşup eline para tutuşturuyorum. Aha yanında da ağabeyi. E ona da vermek lazım şimdi. Yanlış mı yaptığım? Hayır. Bunu kabul etmiyorum. Dilenende yanlış bir şey yok, dilenene para verende de yanlış bir şey yok; tüm yanlış 3-5 yaşında bir çocuğu dilenmeye iten, dilenmeye mecbur eden dünya düzeninde! Burada (İtalya) kara derili olan herkese bir şey veriyor veya onlardan bir şey satın alıyorum. “Aslında 12 Euro ama sana indirim yapayım, 10 Euro” olsun diyene “İndirim yapmayalım” deyip çıkarıp 12 Euro veriyorum. Üç çorap alıp 10 Euro verdiğimi gören arkadaşım “Pazarlık yapabilirdin” diyor, anlamıyor ki maksat çorap almak değil, birine “yardım” etmiş olmak. Bende olanın bir parçasını onunla paylaşmış olmak.**** Neden özellikle kara derili, Afrikalılara yapıyorum bunu da İtalyanlara yapmıyorum peki? Hoş, onlara da yapıyorum ara sıra, yapmıyor değilim. Ama özellikle Afrikalılara yapıyorum çünkü biliyorum ki onlar için hayat gereğinden fazla zorlaştırılıyor. Doğdukları dünya üzerinde bir yerden bir yere gitmelerini engelleyen sınırlar çekilmiş, “sen burada doğmadın” diye sana çalışma hakkı vermiyorlar. Veya o hakkı vermek için seni oradan oraya koşturup senden ne tırtıklarlarsa tırtıklıyorlar. Ne demek çalışma hakkı? Ne demek? Düşünebiliyor musun? Bir insanın en temel hakkı çalışıp para kazanmak! Ve birileri, despot birileri, bu hakkı elinden almış bazılarının ve bu hakkı onlara geri satmak için haraç istiyorlar. Bu kabadayılık, mafyalık, başka bir şey değil! Ve tüm devletler bu şekilde işliyor. İnsanlarsa bunu görmüyor, sadece yöneticilerle, kişilerle uğraşıyor. Sanki Ali gidip Veli gelse bir şey değişecek, hayat toz pembe olacakmış gibi. Hayır olmayacak! Bu düzen böyle kaldığı sürece sadece oyuncular değişecek, oyun ve geri kalan her şey aynı kalacak. **** Bunları anlatıyorum ama sakın ha sakın kendimi özel gördüğüm ve yüceleştirdiğim sanılmaya. Yaptığım şeyler küçücük şeyler. Daha büyüklerini de yapmaya çalışıyorum gerçi. Özellikle bu seyahatlerimde vicdan azabı çekiyorum. Çünkü gittiğim yerlerde yerel halktan çok uçak şirketlerini besliyorum. Büyük masrafım uçuşlar. Eh, ona o kadar para verince de dediğim gibi otelden, yemekten kısmaya çalışıyorum; bu da yerel halka kazandırabileceğim paradan çalmak demek. :) Biraz tuhaf ve tersten bir mantık oldu sanırım. Kendi paramı, harcadığım, harcayabileceğim parayı çalmaktan bahsediyorum. Ama öyle. Ve insanların da artık bazı şeylere farklı bir açıdan bakmaya başlaması gerekiyor. Kruvaziyerle gidiyorsun Haiti'ye, dünyanın en fakir ülkelerinden birine; koca armatörlere, tröstlere dünyayı kazandırıyorsun, birkaç kırıntı da onların avucundan yerel halkın önüne düşüyor diye kendini avutuyorsun. Onlar kırıntılarla yetinsinler, daha ne istiyorlar, değil mi? Hiçbir şeyi olmayan kırıntı ile memnun olmalı. Hepimiz en ucuzunu istiyoruz. Haklı olarak. Ama hep bana hep bana olmuyor. Bu ucuz için birileri köle gibi “ter”hanelerde sömürülüyor. Buna aldırıyor muyuz? Hayır. Kendi rahat ve konforlu yaşamımıza devam ediyoruz. Bu düzen bozuk, bu düzen cidden bozuk. Öyle küçük rötuşlarla ufak ayarlarla düzeleceği de yok. Ah, bir de “güvenlik” konusu var tabii! Geçen Portekiz havaalanında abarttılar. 110 ml. Biliyorlar şişenin 110 ml olduğunu, çünkü Portekiz Havayolları veriyor uçakta. 110 ml. suyumuza el koyuyorlar, sonra havaalanında litresi 4 Euro'dan su satıyorlar. Eğer o kadarcık suyumuzu dahi gasp ediyorlarsa, bizim havaalanının kutsal topraklarına (!) su sokma hakkımız yoksa, onların da bize litresi 4 Euro'dan su satma hakkı olmamalı. Hatta hiç su satamamalılar. Su, havadan sonra en temel ihtiyaç. Hadi birileri zahmet etmiş, şişelemiş de ayağımıza getirmiş diye bir ücret ödüyoruz ama elimizden suyumuzu gasp edip Allah'ın suyunu bize fahiş fiyattan satmaya hakları yok. Ama işte dünya böyle işlemiyor. Herkes de, sinirlense bile bu dünyayı, statükoyu böyle kabul etmiş gidiyor. İnanılmaz bir şey gerçekten! Olmamalı Alper. Olamaz! Olamaz böyle bir dünya. Yasal hırsızlık bu. Kimse de sesini çıkarmıyor! Artı, gerçekten kanunlarda bir madde yok mudur, neden havaalanları kutsal toprak gibi, oraya adım atmak isteyen herkes suçlu gibi görülüyor? Ne hakla, geçerli bir kuşku sebepleri dahi yokken havaalanlarında her Allah'ın kuluna suçlu muamelesi yapıp arayıp tarıyorlar? Onların bizi tartaklaması için maaşlarını da biz ödüyoruz ha! Bizim cebimizden çıkıyor tüm o paralar. Otobüsler neden her durakta aranmıyor? Onları patlatmak önemli değil mi? Ya da bir bayram seyran günü kalabalık havaalanının girişinde bomba patlatsak önemli değil mi, sadece havada ölmek mi sorun? Yok, gerçekten aklını kaçırmış bir dünyada aklıma sahip çıkmaya çalışıyorum ben. Neyse yeter gevezelik ettim. Bir dokundun bin ah işittin oldu. İyi doluymuşum ben de. Yani öyleyim biliyorum tabii. Lizbon'a sevgiler göndermişsin ama ben o arada Abidjan'a gidip Roma'ya geri döndümdü bile. Yarından sonra da Cibuti kısmetse. Sevgiler.
0 Comments
Your comment will be posted after it is approved.
Leave a Reply. |
|