Türkiye'den ayrıldığım dönemlerdeydi. Arada Hakan Günday adı kulağıma çalınıyordu. Açıkçası yazdığı tür pek ilgimi çekmiyor. Gerçi ben de onun gibi kitapları türlere göre etiketlemenin pek de anlamlı olmadığını düşünüyorum, önemli olanın tür değil yazım tarzı olduğunu da bilirim. Yeter ki iyi yazılmış olsun... Konusunu duyunca hiç ilginizi çekmeyen bir film veya roman elinize alınca çok sürükleyici olabilir. Yine de ben uzun zamandan beridir kurgu okuyamıyorum. Her neyse... Yıllar içnde arada Hakan Günday adını duymaya devam ettim ama zaten Türkiye'ye geliş sıklığım da azaldıkça kitapçılarda geçirdiğim vakit de neredeyse sıfırlandı. Fakat geçenlerde “Şahsiyet”i izledik. Bana öyle derin bir yerden dokundu ki anlatamam... İçimde birçok şeyi ortaya çıkardı. Bastırıyor değildim ama yine de taşıverdiler bir anda. Öncelikle “orospu” konusu... Şahsiyet bittiğinde kocama dönüp “Bir kadını orospu diye etiketlemek o kadar yaygın ki, sadece küçük kasaba değil ki,” dedim. “Benim annem bile, İstanbul'da büyümüş, üniversite mezunu kadın, bana orospu demişliği var.” Şimdi detaya girip aile sırları ifşa etmeyeyim ama kardeşimin yaptığı çok büyük bir yanlış sonucu boşanmış anne-babamın sokak ortasında yaşanan büyük mahalle kavgasına dayanamadığımdan yürüyüş mesafesi okuluma “kaçmıştım”. Sıradan bir okulda olmaz tabii ama Robert Kolejde lojmanlar vardı; bekçilere yakalanınca bir öğretmenimizle konuşmuşlar, geceyi onun evinde geçirmiştim. Bunu söylemek bile abes ama evli ve çocuklu bir öğretmenden bahsediyoruz burada. 16 yaşında eline erkek eli değmemiş bir genç kızdım annem beni “orospu” diye etiketlediğinde. Hiç kendilerine bakmamış, “Bizim kavgalarımız bu kızı nasıl etkiliyor?” diye bir kez düşünmemişlerdi. Erkek kardeşimin yaptığı unutuldu, olan bana oldu. Dedim ya, bende çok derin bir yaraya dokundu Şahsiyet. Yani kızlara tecavüzün ötesinde, mentalite açısından... Herkesin bilip susması açısından. Şöyle ki, ailede ben günah keçisiyim, akıl almaz psikolojik şiddet uygulandı. Bunu herkesin ortasında yüzlerine vurduğumda ise, yine herkesin ortasında açıkça duygusal taciz edildim ve annem, kardeşim, en yakınım diye baktığım insanlar sus pus seyirci kaldılar. Hatta daha da kötüsünü yapıp onlar da duygusal tacize katıldılar. Ciddi travmatik olaylar söz konusu. Kırk yaşımda tamamen sağlıklı doğurduğum bebeğimi ertesi gün kaybetmemde seçtiğimiz hastane yüzünden bizi suçlayan, “köylülük” diye saldıran (ki Roma'da en büyük ve en fazla doğum yapılan yere diyor bunu!), insanlık dışı bir şekilde “Bedenimi üniversiteye bağışladım, belki kesimime gelmek istersin” diyen teyzem, bana orospu dışında “pezevenk” de diyen, “gerizekalı, manyak” diyen, ve hiçbir şekilde pişmanlık duymadan pişkin pişkin “Ne yaptım ki?” diyen anneme karşı erkek kardeşim tek kelime etmedi. Daha önce de yalvardımdı ona “Annemin bana yaptıklarına bir şey söyle, onu doktora götür, dayanamıyorum” diye. Hatta bir keresinde anneme “Eğer bu hayatı bana sen verdin diye hayatım senin diye görüyorsan ve istediğim gibi yaşayamayacaksam söyle, gözümü kırpmadan son veririm ona” demiştim. Hiç oralı olmadılar. Çok acı ama kardeşimin ve annemin suskunluğunun, teyzemin tarafında durup bana saldırmalarının para kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Evlenmemiş teyzemde para bol ve etrafında insan satın almak için kullanıyor. İş o raddeye vardı ki teyzem hem benim hem kocamın yalan söylediğini iddia etti ısrarla, sırf kendi yanlış hatırlıyor olabileceğini kendine yediremediği için. Bir çocuk kaybetmiş ben, bir anne, kızım üstüne yemin ettim. Kadın halen ısrar etti “Ben kendime inanıyorum, siz yalancısınız*” diye! Düşünemiyorum böyle bir “sapıklığı” demek zorundayım. Psikopatlık mıdır narsistlik midir nedir bilemiyorum uzman değilim ama hastalıklı oldukları kesin... Çünkü gerçekten ötesi yok. Yok yani. Normal bir insan böyle bir yemin duyduğunda donar kalır, “Ya ben öyle düşünüyordum ama yanılıyorum demek ki” filan der. Donar kalır cidden. Yanılıyor muyum? Ama halen teyzem haklı, annem haklı, ben suçluyum. * Aslında "yalancısınız" demedi, şimdi doğruya doğru. "Belki paylaşmak istememişsinizdir" diyerek yücegönüllülük gösterdi ve bizi hoşgördü (!) Ve benim de kocamın da o sorduğunda doğru olmayan bir cevap verdiğimizde ısrar da ısrar etti. "Yalan söylediniz" demek değildir tabii bu (!) Kızım öldüğünde yanıma gelmedikleri için bile ben suçlu oldum! “Hayatımın en kötü günlerinde yanımda olmayan aileye aile mi diyeceğim ben?” diye sorduğumda “Gelme dedin” dediler. Sorulur tabii “Geleyim mi?” diye böyle bir durumda. Soruyorlarsa belli ki gelmeyin dememi bekledikleri için soruyorlar. Hani gelemeyecekleri dünyanın ucunda değilim, imkanları da gani. Kardeşim de sürekli beni suçladı, bana saldırdı, bir sürü hakaret etti. Babam aile mirasından dükkanları satmış da bunun için bile ben suçlandım, kardeşimin el kadar çocuklarına zarar veriyor oldum! Benimle alakası bile olmayan, haberim dahi olmayan şeylerde bu kadar ağır ithamlarda bulunmaktan hiç rahatsız olmuyorlar. Babam uçkuru peşinde kadınlarına mı içkisine mi köpeklerine mi neyine yetiştiremediyse dünya kira geliri ve emekli maaşı içinde ona laf yok, Gülin suçlu hep! İşte “Şahsiyet”, alakasız gibi görünebilir belki ama bir kadın olarak benim bu yaralarıma dokundu. Şahsiyet'i bir arkadaşın tavsiyesi ile “Breaking Bad” seyrettikten sonra IMDB'de bakarken öneriler arasında denk gelmiş, yüksek puanını görünce konusuna hiç bakmadan seyredilecekler arasına almıştım. Nedense kitapta okumadığım şeylerin filmlerini izliyorum. Belki yazıyı artık daha çok hayatın sorunları ile bağdaştırıyor, onları çözmek, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek ve de felsefik, politik, psikolojik irdelemeler yapma aracı olarak görüyorum, filmler ise hayattan “kaçış” ortamı daha çok. Hakan Günday “Şahsiyet”in bazı yerlerini daha farklı yapabileceğini düşündüğünü söylemiş. Sonradan baktığında yanlışlar bulmak, "Niye böyle yapmadım?" demek doğal tabii. Yine de açıkçası ben "Breaking Bad'den "bile" çok daha başarılı olduğunu düşündüm şahsen. Yani onda heyecan daha dorukta tutuluyor belki sürekli ve daha üstün olabilir yapım olarak ama “Breaking Bad” kanımca sadece action filmdi, onu da tarzım olmamasına rağmen ilgi ile seyretsem de bittiğinde hiçbir mesajının ve anlamının olmadığını düşünmüştüm. Veya hiçbir demeyeyim de pek bir... Tamam, koşullar her insanı normalde yapmayacağı şeylere sürükleyebilir. O kadar. “Şahsiyet'te ise benim tercih ettiğim felsefik sorgulamalar, psikolojik analizler var; çok derinine inmese de güzel noktalara değiniyor. Unutmak, hatırlamak, saklamak, susmak üstüne, kadınlar, tecavüz, suçluluk üstüne, adalet nedir gibi. Düşündürüyor ve belki de cevapları olmayan sorular soruyor. Artı, “Breaking Bad” ciddi bir kadronun ürünü. Her bölümü farklı insanlar yazıyor yönetiyor. “Şahsiyet” ise tek bir yazardan çıkma. Bu açıdan da “Breaking Bad”den çok daha etkileyici. Kendim de bir “yazar” olarak bazı şeyleri okur veya seyrederken “Bunları nasıl akıl edip düşünmüşler? Nasıl bir hayat yaşıyor bu insanlar, zihinlerinin dehlizlerinde neler dönüyor?” diye sorgularım. Böyle baktığımda, “Şahsiyet” çok daha üstün “Breaking Bad”den. Ben hiç görsel bir insan olmasam da (o derece ki ““Atlas”ın son on yılın en iyi fotoğrafları sayısı elimdeyken herkesin aksine fotoğraflara bakmadan alt yazıları okuyup sayfaları çevirirken buldum kendimi!) Şahsiyet'in yönetmeni Onur Saylak'a selam olsun. Birçok karede “Hmm... İlginç bir çekim” diye düşündürttüğü, dekor olsun, manzara olsun, keyif veren ve “Bunu nasıl düşünmüşler?” diye sorgulatan görseller sunduğu için. Jeneriği de ayrıca süper. Tasarımı Ethem Cem ve Enes Özenbaş'a, müziği Sertaç Özgümüş ve Güntaç Özdemir'e aitmiş. Tabii sanat yönetmeni, görüntü yönetmeni ve diğer adı pek bilinmeyen, duyulmayan arka plandaki tüm ekibe de selamlar olsun. Burada Reyhan "Sus" işareti yapıyor ama lütfen, lütfen... Fiziksel veya duygusal olsun, şiddete karşı sessiz kalmayın. #SusMA. Kızlarımızın kadınlarımızın kolları kanatları kırılmasın. Dağlar Kızı Reyhan hep aynı coşku ve neşeyle dolaşsın saçlarını rüzgarda uçurarak...
0 Comments
|
|