![]() “Şüyuu vukuundan beter diye bir laf vardır, bilir misin?” diye sordu arkadaşım. “Öyle bir laf bilmem elbet ben,” dedim. Bana göre bir laf olmadığını tahmin etmeliydi. Bence vukuat olmuşsa şüyuunda hiçbir mahsur yoktur. Şüyuu istenmeyen şeyin en başta vukuu da etmemesi gerekir. Bir kere daha kızmıştı bana böyle. Sevgilisi hakkında düşündüklerimi söylediğim için. Söylemez olaymışım. Düşünmek kabahat değil, düşündüğünü söylemek kabahat. Sanki cinayet bir nevi. Birini öldürmeyi düşünebilirsin, yeter ki eyleme dökme. Eylem suç. Ona amenna. Ama bazılarının mantığı şöyle devam ediyor: Konuşmak da bir eylem. Öyleyse o da suç. Dile getirmediğin sürece, bir kişi hakkında istediğin kadar kötü şeyler düşünebilirsin. Yeter ki o bilmesin. En iyi arkadaşım dediğin insanın yüzüne rahatlıkla bakabilirsin, sahte gülücükler dağıtırken sevgilisine. “I-ıh, benim bunu anlamama imkân yok canım, kusura bakma,” dedim arkadaşıma. Bana söylediğinde "Neden söyledin?" diye kızabileceğim tek bir şey düşünemiyordum. Yalan haricinde. Benim arkadaş dediğim insanın benimle açık olabilmesini beklerim. "Neden söylemedin?" diye kızarım ben ancak. Ben de onun için doğru arkadaş değildim demek ki. Onun beklediği samimi görüşünü söyleyecek biri değil, onu teskin edecek biriydi. İnce hesaplar yapıp ondan gerekli şeyleri saklayabilecek biri. O ben değilim. Üzgünüm. Benim hayatımda bu tarz ilişkiler yok. Tiksindiğim insanların her gün edep çerçevesinde yüzüne bakmak, birilerini politik oyunlarla idare etmek zorunluluğum yok. İyi ki de yok. Zaten beceremezdim. Zaten beceremedim de koptum o dünyadan. Bana dar gelen o dünyadan. Şimdi ne için cezalandırıyordu beni arkadaşım? Olmuş bir şeyi ona anlattığım için mi? Bu muydu yani kabahatim??? Cidden ne büyük suç anlamıyorum. Hangi kanunda yazıyor bu? “Arkadaşlık kanunnamesinde böyle bir madde olduğundan haberim yoktu, suçsuzum hakim bey. Beraatimi talep ediyorum.” Evet, haklısınız. "Kanunu bilmiyordum" diye bir gerekçe öne sürülemez. Ama a canım, yani pardon savcı bey... Canım arkadaşım, kanunun da bir akla mantığa sığar tarafı olmalıdır. Yani “common sense” diye bir şey var, Türkçesi aklıselim. Her şeyi de böyle detaylı bilecek değilim ya. Doğru söylendiği için ceza verildiğini de ilk defa duyuyorum! Ama olabiliyormuş demek ki. Bense hep yalan söylemenin suç olduğunu sanarak büyüdüm, geldim 40'lı yaşlarıma. Böyle cehaletin gözü kör olsun! Yalanı bırak, göründüğün gibi olmamak veya olduğun gibi görünmemek asıl büyük suç sanırdım. Şimdi anlıyorum ki yanılmışım. Herkes biliyor galiba, benden başka/ Nezaket el kitabında başka türlü yazsa da/ o artık geçmişte kalmış. Günümüz adab-ı muaşeret kanunlarında "pembe" yalanlar başlığı altında toplanıyor sahte gülücükler. Sahte CD, sahte mal yasa dışı olabilir ama sahte gülücük dağıtmak, haram değil, mübah bile değil, sevap bunlar sevap. Kestane kebap. Sahte gülücükler mangalda kül bırakmazlar. Mutluluğa giden yol onlardan geçer. O yolun üstünde huzur. Sahte Gülücükler geçit törenine hoş geldiniz, sefa getirdiniz. Size eğlence ve saadet dolu bir ömür vaat ediyoruz. Tek uymanız gereken kural... Bu yolu takip edeceksiniz, dümdüz gidin. Sakın Doğrular Sokağı'na sapmayın. Zaten çok seyrek rastlarsınız, sokak da ıssızdır. Şeytana uyup “Oraya da bir göz atayım” demeyin. Gözünüz oyulur. Ben uyarmış olayım. "Neden ki?" diye sorarsınız belki. Çünkü "Sahte Gülücükler Sokağı sakinleri hoşlanmazlar Doğrular Sokağı'na sapanlardan. Ve onlar kalabalıklar. Karşı durmaya gücünüz yetmez." Mevlana yanlış demiş, kazayla göründüğün gibi olursan, veya olduğun gibi görünürsen, lanetin olur senin. Hata, insana mahsus. Mevlana da bir insandı sonuçta. Hata yapmış. Ola ki doğruyu konuştun, konuşmaz olaydın! Huzurunu kaçırmaları için silah verdin demektir insanlara. Ana, bacı, dost, gardaş... el... hepsinin ayrı yargıları. Elbet birininkine toslarsın/ Patlar mayın. - Koşun koşun, "pembe yalanlar" bunlar. "Pembe balonlar" gibi. Tükenmek üzere yakında. Elbette ki bu da bir yalan, pembesinden. Sakın inanmayın. Sadece inanmış gibi yapın. Beyazı, pembesi, hatta karası da dahil, yalanın her çeşidi asla tükenmeyecek kadar çok insanların stoğunda. Günümüz adab-ı muaşeret kitabında "saklı tutulması gerekenler" diye bir liste de var, hemen her özel şey için. Özel deyince özel hayatla ilgili şeyler sanmayın sakın. Esas kural, söylenmesi gerekmeyen hiçbir şeyi söylememek. Yani mümkün olduğunca yüzeysel konuşmalar yapmak. Marifet bu. Bu tür diyalogları ne kadar uzun süreli devam ettirebilirseniz o kadar yükseğe çıkarsınız iş dünyasında. Ve o kadar huzur bulursunuz "aile" ve "arkadaş" çevrenizde. Eee, ne de olsa toplumda yaşıyoruz, sosyal yaşamın bazı gereklilikleri var. Uymak lazım. Vebadan kaçar gibi kaç gerçekten, doğrulardan. Su ve sabundan uzak dur küçüğüm. Bize zamanında temiz olmak iyi bir şeydir diye öğretildi; şimdilerde "Aman da bakteriler, virüsler... kuş gribi, domuz gribi, kurt-kuzu gribi" deyip ellerimizi yıkamamızı öneriyor uzmanlar ama dinleme onları. Sabunla suyu bir araya getirme. Ne annenle ne babanla, ne arkadaşınla, ne en yakınım dediğinle bile paylaşMA sakın iç yaşantını. Paylaştığın anda, seni ipe çekerler. Boynuna ilmik, o kadar kısa sürede dolanır ki, darağacını bile göremezsin. PaylaşMA sakın kimseyle, iç dünyanı. Kafandaki sesler kendine kalsın. Veya kâğıda dök. O en sadık tek dostundur. Tek gerçek dosttur sana kalacak. "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün." Olduğun gibi görünebileceğin tek yer kâğıt. Kâğıt ama hangi kâğıt? Bildiğin klasik kâğıt -ya günlüğün, ya kitap. Edebiyat her tür gerçeği söylemene izin veren tek mecra. O gizler ve korur seni insanların gazabından. Ama bazen o bile yapamaz bunu. Saldırmayı sever insanlar. Niyeti olana bahane mi yok? Bulurlar, merak etme. *** Ayşe saçını uzun zamandan beri boyamıyordu. Saçları iyice beyazlamıştı. Annesi Roma'dayken laf etti de etti elbet, durur mu? "Yaşlı gösteriyorsun," deyip durdu ona. Ayşe kına yapacaktı ama evde de oturamadı, oturduğunda ustalar vardı, olmadı işte bir türlü fırsat. Sonunda, kayınvalidesi de laf etti ona gittiklerinde. Ertesi sabah Ayşe aynaya bakarken Angelo'ya dedi ki, "Biliyor musun, saçma belki ama saçımdaki beyazları seviyorum." "Hımm, evet. İtiraf etmeliyim ki tuhaf bir çekiciliği var." "Beni yaşlı gösteriyor mu?" Angelo, her daim kibar kocası, "Yaşını göstermiyorsun" demekle yetindi. Tabii “Olduğundan genç gösteriyorsun” anlamında değil, “Olduğundan yaşlı gösteriyorsun” anlamındaydı bu sözü. Ayşe gülümsedi. Cevap vermek için bir saniye bile düşünmesi gerekmedi. "Ne?! Ben yaşımı gösteriyorum. Saçlarını boyayan diğer tüm kadınlar... Sana yaşla ilgili yanlış bir izlenim yaratan onlar!" Daha fazla açıklama yapmasına gerek yoktu. Angelo, dediğinin doğru olduğunu biliyordu. Herkesin bildiği gibi. Yine de ekledi Ayşe: "Aslına bakarsan, tanıdığım kadınlar arasında en az beyaz saçı olan benim. Diğer arkadaşlarımın saçlarının tümü beyaz." *** "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün." Aslında problem, bu cümlenin tek tarafında. İnsanların göründükleri gibi olmadıkları verili, bunu 'de facto' kabul etmiş zaten herkes. Oldukları gibi görünenler cezalandırılıyor. Kabahat onlarda. Neden olduğu gibi görünür ki insan? Neden ister böyle bir şeyi? .:Kandırmacayla, yalanla mutlu yaşamak dururken... .:neden gerçeklerle uğraşalım ki? Maalesef çoğu gerçek çirkin. İnsanların oldukları gibi görünmek istememelerinin asıl sebebi de bu zaten. Saçların beyazlaması gibi. Beyazları çirkin diye damgalayıp karartmaya çalışıyor insanlar. Maalesef sadece fiziksel olarak değil, manevi olarak çirkin bir yaratık insan... Hepimizin içinde bir çirkinlik yatar. Marifet, onu saklayabilmekte. Ak saçlarımızı sakladığımız gibi. Arkadaşım bana diyordu ki... "Ha, sen ak saçların çirkin olmadığını mı düşünüyorsun? İçinde kötü bir şey olduğu hiç aklına bile gelmediği için kendini açık etmekten çekinmiyor musun? Yanılıyorsun. Çirkinsin. Ak saçların kadar çirkinsin." Bense yaptığımda hiç kötü ve yanlış bir şey göremiyordum. Hem de hiç mi hiç. Belki bir gün anlarım neden bu kadar kızdığını ve rahatsız olduğunu. Ama o gün bugün değil. Umarım hiç de gelmez o gün. Yalanı, gizliliği savunacağım öyle bir gün... Demişti Özdemir Asaf, "Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, gitme Lavinia." Bu kehaneti göremedim. Yalan söylemedim, gitti kızım... Bu dünyadan çok daha iyisine layıktı o belki de. Yalan istemedi, gitti. *** Yapın, istediğinizi yapın. Nasıl içinizi rahat ettirecekseniz öyle yapın. Şu üç günlük dünyada niye ruhunuza eziyet edeceksiniz ki? Değmez. Hiçbir şeye değmez. İnanın bana. Ölüm var bu dünyada. Gerisi yalan. Dünya yalan.
0 Comments
Yazılarımın yayınlanmasını istiyorum, sesimi duyurmak istiyorum deyip duruyorum ama bunu gerçekten istediğimden bile emin değilim. Yani en başta kendi başıma iş açmak istemiyorum. Dertsiz başıma dert.
Ama işte ateşe dokunmak için kendini tutamayan bir kız çocuğuyum hâlâ. Veya bir ateş tutuşturup daha aydınlık bir dünya yaratmaya çalışan bir kız çocuğu da diyebilirsiniz. Not: Biliyorum, yukarıdakileri söylemek biraz kendini beğenmişlik gibi görünebilir ama kendime öz-imge olarak çizmeyi seçtiğim resim böyle. Ayrıca 75 milyon insanın ne yapacağına dair kehanette bulunmaya kalkan insanların kendini beğenmişlikleri ile kıyas bile edilemez. ![]() “Bir Yemin Ettim Ki Dönemem” adlı makalesinde Murat Sevinç Leyla Zana için “Türk yerine ‘Türkiye’ ifadesini koydu. Siyasal açıdan yürekten katıldığım bir tavır. Anayasa’daki zaman zaman ırkçılığa varan etnik ifadeler sorunu bir an önce hallolmalı. Ancak halihazırdaki yemin metni de, ‘olduğu gibi’ okunmalı! Değiştirileceği güne dek,” diyor. İşte demokraside yanlış olan şey bu. Burada Sevinç'le aynı fikirde olduğumu sanmıyorum. Dediğini gayet iyi anlıyorum, bir anayasa hukukçusu olarak onun böyle bakmasını da anlıyorum. AMA... “halihazırdaki yemin metni ‘olduğu gibi’ okunmalı! Değiştirileceği güne dek,” de... o metni değiştirebilmek kolay mı? Kolayı bırakın mümkün mü? Bir şeyin yasal olarak yolunun açık olması o yolun geçilebilir olduğunu göstermiyor maalesef. Ne kadar zordur o yolun sonuna varabilmek, o metni değiştirebilmek? Kaç kişi gerekir, kaç yıl gerekir? Leyla Zana gibi birileri kendini yakmayı göze alarak bazı şeyleri tartışmaya açarsa en azından bu yolun açılması hızlandırılabilir ve değişim mümkün hale gelebilir. Basit olmalı işler. Yanlışları değiştirmek kolay olmalı. Bu yemine tepki "Ah tamam, bu kadın böyle bir yemin etti. Belli ki bir duruşu var. Haklı mı, haklı sebepleri var mı bu duruşunun?" olmalı. Bakarsın değerlendirirsin ve görürsün ki haklı (Yani bazı grupların Türk kelimesi ile sorunu olmasını anlamak o kadar da zor değil. Zor mu yoksa?), sonra da değiştirirsin. Böyle işlemeli. Oysa ne oluyor? Tepki şu: "Vay terbiyesize densize bak! Olacak iş mi yaptığı! Sen kim oluyorsun da bize kafa tutuyorsun!" Sonra da gücünüzü kullanarak aksi sesi bastırmak için her şeyi yapıyorsunuz. Sistem böyle işliyor. Amacı kendini korumak. Size, insanlara, yani vatandaşlarına hizmet değil. O işin göstermelik kısmı. Dünyada o kadar çok nefret var ki ve çoğu da politikacılar tarafından enjekte ediliyor insanlara. Youtube'daki Leyla Zana'nın yeminindeki yorumlar ana avrat düz gidiyor. O kadar aşağılık, akıl alır gibi değil. Ama bu biraz da Kürtler hakkındaki siyasi söylemin bir parçası. Biliyorum çünkü 90 yaşındaki anneannem de onlara küfrediyor. İnsan öldürenlere değil, böyle bir protesto yapan siyasetçilere de küfrediliyor. Neden parlamentodaki birileri olgun bir yaklaşım göstererek insanları bölmektense birleştirmeye çalışmıyor? Neden "Kardeşlerim... Evet, bu kurulu düzene aykırı bir davranıştır. Ancak haklı bir protestodur ve devleti tehdit etmemektedir. Sesini duyurmaya çalışan insanları dinlemeliyiz" diyemiyor? Politikacılar alttan almıyorlar, yarı yolda buluşmuyorlar, bu tür eylemleri muhalefete saldırı fırsatı olarak görüyorlar. Olayları büyütüyorlar, önemsizleştireceklerine. Krize dönüştürüyorlar. Onlar varlıklarını böyle sürdürüyorlar. Haber medyası gibi... Çöp ve şiddetle besleniyor besleniyorlar. Yeter! Kocam da bana hep aynı şeyleri söylüyor, sistemi içeriden değiştirmem gerektiğini. Ben oy vermeye de, demokrasiye de pek inanmıyorum. Üç-beş kişi oynuyor, biz katılmış gibi yapıyor ve tatmin oluyoruz. Birilerinin başkaldırması gerek bazen. Tabandan gelen bir başkaldırı olmalı tabii bu. Ben de onun için çalışıyorum kendimce. Sevinç “Bir tavra siyasal olarak katılmak mümkün. Bu ‘katılma’, hukuksal açıdan yapılması gerekeni görmeyi engellemediği sürece,” diye iddia ediyor. “İki düzey birbirine karıştırıldığında, AKP’lilerin hukuka bakışlarıyla arada pek bir fark kalmıyor: ‘Beğenmedim, uymuyorum!’” Burada ise benim gözümde şöyle bir fark mevcut: AKP iktidarda. O değişiklik yapabilir. Elinde o güç var. Dolayısıyla da “Beğenmedim, uymuyorum!” deme hakkına sahip değildir. Ayrıca AKP ve dahi diğer tüm partiler en başta parti olmaları sebebi ile bu oyuna katılmayı kabul etmişler demektir, dolayısıyla oyunun kuralları onları bağlar; dahil oldukları sistemin kurallarına uymaları beklenir. Oysa ben birey olarak bu kurallara tabi olmayı seçmedim. Evet, biliyorum “social contract”, toplumsal sözleşme denen bir şey var. Ama ben onu ne doğduğumda kabul ettim ne de şimdi ediyorum. Etmiyorum. Kimseyi öldürmemeyi, kimseye durup dururken zarar vermemeyi, güç/zor kullanımı başlatmamayı, çalıp çırpmamayı, yalan söylememeyi taahhüt ederim. Bunlar kabulüm. Ama bu toplum düzenini bu haliyle kabul etmiyorum, etmek istemiyorum ben. Ha, mecburen kabul etmek durumunda kalıyorum, istemediğim, doğru bulmadığım kurallarla yaşamak zorunda bırakılıyorum o ayrı. Üstelik sırf sıradan bir insan olarak normal bir hayat sürebilmek için bunlara maruz kalıyorum. “‘Ben de vergi mevzuatını buzdolabına kaldırmak isterim, çok ağır bu vergiler, ödemek gelmiyor içimden’ ya da ‘Askerlik mevzuatından hiç hazzetmiyorum, gidilmesin askere’ diyebilme hakkımız var mı?” Diye devam etmiş Murat Sevinç. Var! Kusura bakmayın ama var. Veya size göre yoksa da olmalı! Ben vergileri ağır bulduğumdan değil ama verdiğim paranın nereye harcanacağına dair söz sahibi olmadığımdan vergi vermek istemiyorum. (İlgilenenler için farklı bir vergi sistemi önerim de var.) Ha, vergi kaçırabiliyor muyum? Hayır. Tek yapabildiğim pazardan iki avroluk alışveriş yaptığımda adamın bir avro fiş keserek vergi kaçırmasını desteklemek :) Bu arada kocam bizim cebimizden 250 avro fazla veriyor birilerinin vergi vermesini sağlamak için! Ve beni deli ediyor! Vergi kaçırabileceğim fırsat olsa kaçırır mıyım? Açıkça söylüyorum. Evet! Yani fırsatı kaçırmam, vergiyi kaçırırım. (Atasözü “Parayı veren düdüğü çalar” diyor. Oysa biz hem parayı veriyoruz, daha doğrusu onlar, yani hükûmetler, hem parayı bizden zorla alıyorlar, hem de düdüğü kendileri çalıyorlar. Olmaz. Yüzsüzlüğün de bir sınırının olması lazım. Üstelik o kadarla da bitmiyor. Onlar düdüğü çalıyor ve sen onların çaldığı düdükle dans etmek zorunda kalan maymun oluyorsun!) Verdiğim paranın nereye gideceğini ben dikte edebilecek konumda olsam vergi kaçırır mıyım? Hayır. Benim görüşüm budur. Birisi nerede yanlış düşündüğümü bana gösterene kadar da böyle kalacaktır. Keza askerlik meselesi de... Kimse gitmek zorunda olmamalı kanımca. Yani isteyen gidebilir tabii, ben engel olmayayım. Ama istemeyen mecbur tutulmamalı. Nitekim birileri “vicdani ret”çi olup hapis yatmak durumunda kalıyor bunun yolunu açmak için de. Bunlara hiç gerek olmamalı benim gözümde. Kabul edilir şey değil. Neymiş kanunmuş! Böyle kanun olmaz olsun! Ha bunu söylemek de suç! E iyi, susup oturalım yani! İyi ki oğlum yok o açıdan, yoksa başıma ciddi bela açardım eminim. Yasa dışılık konusunda yazdığım yazı askerlik konusundaki görüşlerimin yanında çok hafif kalıyor. Bu kadar yasaya uymak zorunluluğunu kabul edemiyorum ben, kusuruma bakmayın. Bana baskı yapan, kendini dayatan ve bireyselliğime yer bırakmayan yasalara uyma mecburiyetini kabul edemiyorum. “Türkçesi; ‘Bizler yurttaş mıyız yoksa hıyar mı?’” Diye bitirmiş Bay Sevinç yazısını. Beni gülümsetti. Sanırım “Hıyar mıyız?” derken “Kurallara uyduğumuz için enayi miyiz?” demek istemiş. Benim için vatandaş olmakla hıyar olmak, veya enayi olmak arasında pek fark yok. Zaten hıyar yerine konuyoruz. Ve açıkçası, ben bugünkü dünyada tanımlandığı şekliyle “yurttaş” olmaktansa herhangi bir sebze olmayı tercih ederim. Not: Bu yazı böylece bitecekti ama değiştireyim. Bugünkü dünyada tanımlandığı şekliyle “yurttaş” olmaktansa herhangi bir sebze olmayı tercih ederim. Baksanıza... Bir yerden bir yere gitmek isteyen insanlara sırf başka bir ülkenin yurttaşı oldukları için ne eziyetler ediyorlar! Son Not: Vatandaşlık, içine doğduğumuz hayali çizgiye göre doğuştan damgalandığımız bir şey olmamalı. Katılma seçimimiz olan bir kulüp olmalı. Politikacıların bizden oy almak için uğraşmaları yetmez; ülkeler onların vatandaşları olmamız için uğraşmalı. Eğer yönetecek vatandaş istiyorlarsa, hükümetler bir yeri yaşanabilir hale getirmek için çok çalışmalı, çekici paketler önermeli. Komik mi sizce?! Ben çok ciddiyim. Oyunun kurallarını değiştirmeliyiz. Zamanı geldi. Geldi de geçti. Peki belki geçmedi ama yeni neslin zihnine bu fikirler ekilmeli ki onlar büyüyüne kadar fikir yeşersin ve uygulamaya sokulabilsin. Bildiğim, inanmadığım bir çarkın içinde yanlış ve kötü bulduğum bir sürü şeyle yaşamak zorunda bırakıldığım. Demokrasinin de bana çıkar yol gösteremediği. Ben azınlığım ve ömrüm boyunca da azınlık kalacağım. Hep ezilmemi, “inançlarıma” (dini değil elbette bahsettiğim, hayatın düzeni, işleyişi konusunda inançlarıma) aykırı yaşama zorunluluğu mu gerektiriyor azınlık olmam?
Üniversite ve Göçmenler paylaşımı üstüne düşündüm. Sık yaptığım, alışkanlık olan bir şey düşünmek. İnsanlar bu tarz şeyleri paylaşıyorlar da NEDEN benim dünya ve sınırlar üstüne yazdıklarımı paylaşan yok? Beni takip eden ve söylemlerime katılanlar dahi ancak “like” boyutunda kalıyor, kimse “retweet” veya “share” etmiyor. Bu konu öylesine görmezden geliniyor ki!
Yani mülteciler ve çektikleri, onlara çektirilenler, pazarlıkları eleştiriler vs. paylaşılıyor. Paylaşılsın da zaten. Peki ya benim söylediğim vizelerin dünya çapında bir adaletsizlik olduğu neden bu kadar tabu? Neden söylediklerim duymazdan geliniyor? Onu da düşündüm tabii. Kendimi başka insanların yerine koymaya çalıştım. Herkesin belli bir kitlesi var, herkesin paylaştığı bir tarz var. Bu tarzı da insanın sahiplendiği konular belirliyor. Kimse de sınırların, en azından insan hareketine engel olması bağlamında kaldırılması gerektiğini benim gibi sahiplenmiyor. İnsanlar belli bir kimlikle özdeşleştiriyorlar kendilerini. Mesela bahsi geçen video tarzında paylaşımları yapanlar muhtemelen şu anki hükümet karşıtı insanlar. Hükümet her ne yapsa bir tepki vermek zorundalar. İyi-kötü değerlendirmesine girmeden, niye yapmışlar, bu ne sonuçlar doğurur diye düşünüp benim yaptığım gibi analiz etmeden. Ha, bunlar demek değil ki ben hükümetin her yaptığını onaylıyorum. Hayır! Ama birinin bazı şeylerini kabul edilmez buluyor olsanız dahi yaptığı her şeye düşünmeden karşı olmak da ayıp. “Yiğidi öldür hakkını yeme” diye güzel bir özlü sözümüz de var. Hayko Bağdat'ın “Ey Başbakan, bizimle dalga geçmenin sırası mı şimdi?” makalesi de aynı tarz. *** “Kimileri, onların belirlediği birtakım evraklar olmadan, yine onların belirlediği birtakım hayali çizgilerin ötesine geçmeye suç diyor... Ben, bir insanın doğduğu dünya üzerinde bir yerden bir yere gitmesini engellemek için sınırlar koymaya suç diyorum,” diye yazdım FB'da. Birkaç “like” aldım. Yukarıdaki paylaşımın sahibi “Tam da her zaman için düşünmüş olduğum şey” diye yorum yaptı. E peki sen de her zaman böyle düşünmüşsen neden paylaşmıyorsun bunu? O videoyu paylaşıyorsun da bu neden sadece “like”la kalıyor? Kendisine sordum. Cidden anlamak istiyorum. Bunu çözebilmeliyim ki fikri yayabileyim. Yoksa olduğum yerde iğneyle kuyu kazmaya devam. Kendinin de cevabı yoktu. Öylesine... Peki ben ne yapabilirim bu konuda? Şöyle sloganlar mı geliştirsem... “Beğen”in ama PAYLAŞIN da! Twitter'da “Retweet” Facebook'ta “Share” lütfen! “Beğen”mek yeterli değil, “Paylaş”mak Gerekli! Taraf Belirleme Dediğim gibi, insanlar, bu konuyu başka boyutta olunca paylaşıyor. Malum, mülteciler günümüzün “popüler” konusu. Pop olmasa da sürekli gündemde olan ve ivediliği, insani boyutu nedeniyle öne çıkan bir konu. Bu konuda alabileceğiniz iki pozisyon var gibi duruyor. İlki “İstemiyoruz” demek. Burada iki şekilde istemiyoruz diyenler var. Biri “Mülteci de olsa istemiyoruz, burası bizim ülkemiz, bizim kıtamız, bu gelenlerin hepsi pislik, hepsi beleşçi, geri gönderilmeliler, vurulmalılar” demek, ki emin olun ki böyle diyenler var. Hatta açık açık, hatta The Economist gibi seviyeli, “klas” olmasını beklediğiniz yerlerde “Elime silah alıp ben gidip vuracağım” diyenler var. Diğer bir kısım daha yumuşak. “İsterdik almayı, anlıyoruz savaştan kaçıyorlar, biz de olsak aynısını yapardık, ama gel gör ki yerimiz yok, zaten biz de kötü durumdayız, kaynaklarımız sınırlı. Çok üzgünüz,” diyor. İkinci pozisyonu tutan grupta ise iyilikperver insanlar var. Onlar “Mülteciler hoş geldi. Yardım mecburiyetimiz var. Bu ahlaki görevimiz, sorumluluğumuz,” vs diyorlar. İyi de ediyorlar. Ama eksik. EKSİK bu söylem. Neden benden başka pek kimse de çıkıp, kendini ortaya koyup “Bu sadece mültecilerle sınırlı kalmamalı. İnsanların sırf içine doğdukları hayali çizgi yüzünden bir yerden bir yere gitmesinin engellenmesi dünya çapında bir adaletsizlik!” demiyor. Neden? İnsanlar bunu öz varlıklarına tehdit olarak mı algılıyorlar? Bu mu korkuları? Peki ben niye bu kadar sahiplendim bu konuyu? Cevabı biliyorum. Çünkü bunun nasıl insan haysiyetine dokunduğunu birinci elden biliyorum. Biliyorum çünkü, yaşadım, tenimde hissettim. Tek istediğim dünyayı dolaşmakken bir sürü evrak için bir oraya bir buraya koşturulduğumda, sonradan iptal edilecek uçak-otel rezervasyonları yaptırmak, bir sürü para sökülmek zorunda bırakıldığımda hissettim. Tek istediğim Pasifik Okyanusu'nu bir yük gemisinde geçmekken birçok şirket tarafından pasaportum yüzünden reddedildiğimde, sonra “Bedensel boşluklarımın aranmasına izin veriyorum” kağıdı imzalatıldığımda hissettim. Tek istediğim birkaç gün Dominik'te kalıp sonra da bir kruvaziyere binip yoluma gitmekken, ve bir uçağı kaçırmam domino etkisi yaparak tüm planlarımın altüst olmasına yol açacakken bir işgüzar havayolu görevlisi beni deli gibi koşturtup parmağında oynattığında, uçağa resmen son saniyede kan ter içinde yetiştiğimde hissettim. Tek istediğim bir-iki günlüğüne bir yere gidip bakmakken Panama sınırından geri çevrilince hissettim. Tek istediğim Kosta Rika'dan kurtulup başka bir yere kapağı atmak ve kendime kuduz aşısı bulmakken geri gönderilip kuduz olarak ölüm riskine girdiğimde, yorgunluktan ve bezginlikten hüngür hüngür ağladığımda hissettim. Tek istediğim deniz yolu ile İtalya'dan Türkiye'ye gitmekken Roma'daki Yunanistan Konsolosluğu'nda bana vize almak için Türkiye'ye gitmem gerektiğini söylediklerinde hissettim. Tek istediğim Rodos'tan üç saatlik mesafedeki ülkeme dönmekken 600 Dolar ceza ve AB için “persona non grata” yani “istenmeyen adam” damgası yemekle tehdit edildiğimde hissettim. Tek istediğim sevdiğim, bebeğini karnımda taşıdığım erkekle beraber olmakken benden bir sürü evrak istendiğinde, labirentteki bir fare gibi oradan oraya koşturulduğumda hissettim. Sadece kendi adıma hissetmedim bu isyanı. Tek istedikleri ailelerinin yanına gitmek olan insanlardan konsoloslukta bir sürü evrak ve para talep edildiğini görünce hissettim. Herkesin bu gaspı/haracı normal saydığını, doğal karşıladığını gördüğümde hissettim. İnsanların kendi ülkelerine, doğdukları yere, kız kardeşlerinin düğününe veya ölüm döşeğindeki annelerinin ziyaretine gitmek istediklerinde karşılarına çıkan engelleri duyduğumda hissettim. Mülteci kanunları 18 yaş altı çocuklara İngiltere'de kalmak için özel hak tanıdığından Pakistanlı bir babanın, sırf çocuğu İngiltere'de kalabilsin ve bir hayatı olsun diye kendi canını aldığını okuduğumda hissettim. Bunları öylesine derinden, kalbimden hissettim ve hissediyorum ki bu tanımadığım, hayatımda hiç “önemi” dahi olmayan bu insanların yaşadıklarını düşündüğümde, bunları yazarken gözlerimden yaşlar süzülüyor sessizce. Derin acılar öyledir, bilir misiniz? Sessizdir. Çünkü isyan edecek, ağlayıp sızlayacak gücünüz dahi kalmamıştır. Öyle bir darbe indirmiştir size hayat. Bunlar işte öyle acılar. Öyle bir darbe indirir size güç ve konum sahibi birtakım insanlar. Acıdır, çok acıdır insanın insana yaptığı. Bunlar işte öyle acılar. Yanardağ patlarken, sizin canınıza kastetmek niyeti yoktur, gizli bir gündemi yoktur. Doğal afet ayırt etmez sizi içinde doğdunuz hayali çizgiye, ırkınıza, dininize, renginize göre. İnsanın doğadan çok kendi gibi insandan korkmak zorunda bırakılması acıdır. Acıdır... Çok acı. Sadece Aylan'ın kumsaldaki küçük ölü bedenini değil, bezleri bir kenara kaymış, oraya buraya savrulmuş bebek resimlerini de gördüm. Artık Makedonya'da bir nehri geçerken, Yunan Adaları'nda orada burada bir yerden bir yere gitmeye çalışan, kamplarda ıslak çamurlu çadırlarda yaşayan insanların fotoğraflarını görmeme gerek yok. Biliyorum. Zihnime kazındı artık bu fotoğraflar. Her gün yaşanıyor bu acılar. Her gün yapılıyor bu işkence. Hem de “yasal” olarak, hem de göçmenlerin çoğu tarafından dahi kanıksanmış olarak yapılıyor. Savaşta bombalar yağdıranları lanetlemek kolay. Asıl zor olan kanıksadığımız “doğru”ları sorgulamak ve lanetlemek. Sınırların, insanları içine doğdukları sınırlara göre sınıflamanın dünya çapında bir adaletsizlik olduğunu görmüyor mu insanlar? Neden görmüyorlar? Veya neden bu kadar tabu bu? Lütfen bu tabuyu YIKALIM! Duvarlar/Çitler ördüren, bunca gereksiz acıya sebebiyet veren, bizim gibi, yani azıcık vicdanı olan insanların kalbini dağlayan, evinde rahat oturmasını engelleyen, insanlık onuru adına utanç verici bu görüntülere son verelim. Lütfen... Lütfen paylaşın. Dün FB'de bir paylaşım. Tekmillet.tv'de yayınlanmış, FB'de 24Bin kere paylaşılmış! Resimden anlaşıldığı üzere Davutoğlu'nun Al-Jazeera televizyonunda verdiği bir röportaj. Altındaki manşet “Duyduklarınıza inanamayacaksınız!!! Tüm ülke izleyene kadar paylaşılmalı!!!!”
Bunca ünlem işareti! Röportajı dinledim. Soru şu: "Siz Türkiye'deki üniversitelere giriş sınavı yapıyorsunuz ve bu sınava katılan vatandaşlarınızdan sadece % 40'ı üniversitelere yerleştiriliyor. Ona rağmen hükümet tüm Suriyeli öğrencilerin üniversitelerde sınavsız kabul edilmesi için talimat verdi." Davutoğlu'nun cevabı şu: "Bu konuda sorular geliyor. Yani Türkiye'de üniversiteye girmek çok zordur, ama Suriyeliler başvururlarsa giriyorlar. Girer. İmtihan yapmayız. Türkiyelilere imtihan yapıyoruz, Suriyelilere yapmıyoruz. Hatta bugün iş adamlarıyla görüştüm. Şimdi Suriyelilere çalışma izni vereceğiz geçici olarak. Çünkü kendi helal rızıklarını kazanmalarını istiyoruz. Ve belli bir düzenli hayatları olsun istiyoruz. İnşallah Suriye'ye barış geldiğinde geri evlerine dönerler sonra da Türkiye'ye dua ederler diye ümit ediyoruz." Anlaşılan insanlar paylaşmaları gerektiğini anlamış ama neye inanamayacaklarını anladıklarından emin değilim! Koyulan ünlemlerden ve paylaşımdan anlıyorum ki çok kabul edilemez dehşet verici bir şey bu hükümetin yaptığı ama ben bu kadar tepki verilecek, aman da duyduklarımıza inanamayacağımız, "tüm ülke izleyene kadar" paylaşılması gereken ne ben anlamadım. Hayır, ne olduğunu, bunu nasıl yorumladıklarını da anlatmamışlar ki anlayalım. Yani bazı şeyler birilerine çok açık görünüyor olabilir. Ama başkalarına, bana görünmüyor. Demek ki anlatmak lazım. Yani tahmin edebiliyorum tabii ki... Davutoğlu'nun söze başladığı gibi Türkiye'de üniversiteye giremeyen, "açıkta" kalan yüz binlerce genç varken Suriyeliler neden o yeri işgal ediyor tepkisi sanırım. Peki bunun üstüne biraz düşünelim mi dersiniz? Öncelikle başka bir bilgi paylaşayım. Kızımın vatandaşlığını kayıt ettirirken gündeme gelmişti. Kardeşim sordu: "Çifte vatandaş yapacak mısın?" diye. "Evet," dedim. Benim için vatandaşlık aman da aman ülkeye aidiyetle alakalı değil, ben sırf vizesiz gidilebilecek ülkelerin sayısını düşünüyor ve çifte vatandaşlık kızımın dünya üzerindeki hareket alanını genişletecek diye bakıyorum. Kardeşim dedi ki, onların şirkette çalışan bir arkadaşının çocukları çifte vatandaşmış. Kızı üniversite sınavını kazanamamış. O arada öğrenmişler ki yabancılar sınavsız giriyor (yani bu uygulama daha önce de mevcut, hatta her yabancı için geçerli) bunun üzerine kızını Türk vatandaşlığından çıkarmışlar ve kız bir sene sonra Boğaziçi'ne girmiş. Şimdi... Evet, bunun adaletsizliği tartışılabilir. Ama bana kalırsa bugün dünyada en başta tartışılması gereken adaletsizlik insanları kutu kutu pense kutucuklara koyup ona göre ayrım yapmak. Bu FB paylaşımını görünce "Yaptıklarına inanamayacaksınız!!! Tüm dünya izleyene kadar paylaşılmalı!!!!" diye bir kısa video yayınlamak istiyorum. "İnanabiliyor musunuz? Bir bebek, sadece belli bir hayali çizginin içinde doğmuş olmakla, o çizginin dışına çıkmak istediğinde bariyerle karşılaşıyor!" diye. Nitekim bunu yazdım da, buna benzer şeyleri söylüyorum da. Ama hiç kimse paylaşmıyor; paylaşmayı bırakın, tınmıyor dahi. Birtakım güç sahibi insanlar dünyayı parsellemişler, tüm dünyayı da bu parsellerin haklılığına inandırmışlar, insanların doğdukları dünya üzerinde bir yerden bir yere gitmesine engel oluyorlar. Birtakım güç sahibi insanlar kendi belirledikleri hayali bir çizginin ötesine yine kendilerinin belirlediği evraklar olmadan geçmeye "suç" diyor, bu nedenle milyonlarca insana eziyet ediyor, bunu çok doğal karşılıyoruz. Ama iş üniversite sınavında başka birilerine pozitif ayrımcılık yapılınca ayağa kalkıyoruz! Bir de şöyle bakalım. Hatta listeleyeyim: 1- Üniversite okumak gerçekten bu kadar gerekli mi? Ben Türkiye'nin en iyi üniversitesinin en yüksek puanlı bölümlerinin birinden mezun oldum. Ne işime yarıyor? Amerika'da Chobani'nin kurucusu Anadolu'nun doğusundan, Erzincan'ın bir ilçesinden çıkmış, üniversite okumamış. Ama adam milyarder. Hatta hatta şirketi o kadar kısa sürede böyle bir başarıyı yakalamış ki FB olsun, Google olsun, onunla aşık atamaz durumda. Harvard tez konusu olarak okutuluyormuş. O derece yani. Bunu bir insanın kazandığı parayı önemsediğimden söylemedim. Başkaları önemsiyor diye örnek verdim. Benim gözümde Hamdi Ulukaya'nın önemli özelliği insanlığı ve prensip sahibi olması. Çocuklar, kadınlar, çevre vs. dediğinde her şirket sponsor olabilir bu konulara. Tartışılmaz konular. Ama iş mültecilere geldi mi, ı-ıh, kazın ayağı öyle değil. Hamdi Beyin yine benim gözümde önemi, mültecilere karşı bu kadar tepki varken onun müşteri kaybetmeyi göze alarak bir şeyi savunması. Amerikan Olimpiyat takımına sponsorluk yaptığı dönemde de Rusya'da LGBT haklarına dair söz söylemiş. Yani elini taşın altına koyabilen, doğru olduğuna inandıklarından taviz vermeyen biri. Bu önemli. Hem de çok. Yani benim için. Neyse, konumuza dönelim... 2- Bu biraz tepki alabilecek bir şey ama zaten benim söylediğim her şey tepki alabilecek şeyler :) Birkaç belli başlı üniversite dışında tüm o üniversitelerde ne öğretiliyor, eğitimin kalitesi ne Allah aşkınıza? Bazı erkeklerin baktığı gibi "Kadın olsun da çamurdan olsun" mu mantık? Yani üniversite olsun, diplomamız olsun da fasondan olsun mu? 3- Peki bu üniversite sınavında en basit soruları bile cevaplayamayan kişiler... Üniversitelerin kapasitesi olsa, kapıda bekleyen milyon genç yerine bin genç olsa, üniversitelerde boşluk olsa, hepsi üniversitelere alınmalılar mı sizce? Yılda 30.000 civarı kişi “0” puan alıyormuş sınavda. Sıfır! Bunlar da üniversiteye girmeli mi? 4- Girmeli, alınmalılar dediniz diyelim. Ne yapacaklar, mezun olabilecekler mi o üniversitelerden? Hadi iteklendiler ve bitirdiler diyelim, kapasiteleri olmayınca o diploma gerçek hayatta ne işlerine yarayacak? 5- Gelelim Suriyeli-Türkiyeli karşılaşmasına. Maç ya bu. Diğer taraf kazanacaksa biz kaybedeceğiz diye baktığımız bir maç. Üniversiteye girmek isteyen kaç tane Türkiyeli var, üniversiteye başvurma koşullarını yerine getirebilecek kaç tane Suriyeli var? Bunun cevabını bildiğimden değil ama tahminim Suriyelilerin kıyas edilemeyecek oranda az olduğu. Dolayısıyla onlara böyle bir hak tanımanın o kadar da mahsurunu göremiyorum ben. Bağışlayın. 6- Ha, üç tane de beş tane de olsa Türklerin yerini kapacaklar diyeceksiniz. Onların ayrı bir kontenjanı olacağını zannediyorum. Artı, o girenler de, zaten eğer kapasiteleri yoksa okumaya devam edemeyip yerlerini boşaltacaklardır. 7- Yer kapma meselesi benim için de söylenebilir, benim gibi aldığı diploma ile hiçbir şey yapmayan veya bir süre kullanıp bir kenara atan milyonlarca insan için de... Hayat bu. (Kötü niyetle yapmıyoruz, planlayıp yapmıyoruz. Artı, ben de bu sisteme iteklendim ve asıl kurbanın ben olduğumu düşünüyorum. Meşhur tabirle "gençliğimin en güzel yıllarını" ilgim olmayan bir konuyla heba ettim. Bana yazık değil mi?) 8- Aynı şey evlerimizde bulunan kim bilir kaç milyar parça şey için de geçerli! Bir şey satın alıp iki kere kullanıp bir dolaba atıyoruz. O da ihtiyacı olan bir başkasının kullanımından çalmak değil mi? Parasını verdik diye hakkımız mı oluyor? Aynı mantıkla ben de sınavı kazandım ve yerimi hak ettim. Ama birileri gayet densizce, küstahça bana birinin yerini "çalmışım" muamelesi yapabiliyor. Neden iş sınavla girilen üniversite oldu mu farklı oluyor, böyle tepki veriyoruz da satın aldığımız kullanmadığımız şeyleri doğal karşılıyoruz ve çalmak olarak görmüyoruz? “Üzgünüm... Konuşmadan, tık tuşlarına basmadan düşünmeyi öğrenmek gerek biraz. Dünyada değişmesi gereken çok ama çok şey var. Öncelikle de zihinlerin değişmesi gerekiyor. Lütfen paylaşın. Ve/ya benim nerede yanlış düşündüğümü gösterin de bir zahmet anlayayım,” diye yorum yaptım yukarıdakileri yazdıktan sonra. Uzun süre sessizlik oldu. Sonra bunu paylaşan arkadaş “Yazdıklarında haksız değilsin,” dedi. Gülümsedim. “Haklısın” demeye getirememiş kendini ama en azından “Haksız değilsin” demesi hoş. Kimileri, onların belirlediği birtakım evraklar olmadan, yine onların belirlediği hayali çizgilerin ötesine geçmeye suç diyor... Ben, bir insanın doğduğu dünya üzerinde bir yerden bir yere gitmesini engellemek için sınırlar koymaya suç diyorum.
![]() Ve Geldik 2016'ya... Deyim yerindeyse yukarıdaki yazdıklarımdan sonra köprünün altından çok sular aktı. Hayat değişti, benim düşüncelerim değişti. Eğer diğer her şeye para ödeniyorsa yazıya da ödenmesi gerektiğini düşünüyorum sanırım hâlâ. Ama artık öyle bir beklentim yok. Artık birçok insanın kitabını bastırmak için kendi cebinden para ödediği bir çağda yaşıyoruz. Artık İnternette o kadar çok şey var ki, çoğunluk bedava. Aralarında kalitelileri de var. Durum böyle iken kim niye kitap basıyor, bu kitapları kim okuyor merak ediyorum. Ben okumuyor muyum? Okuyorum. Ama artık çok ince eleyip sık dokuyorum. Çünkü maalesef artık kitapların çoğunun da “fos” olduğunu düşünüyorum. Veya yaşla birlikte belli bir ilgi alanına yoğunlaştığım için çok fazla şey ilgimi çekemiyor. Diğer alanlarda da hayatını kazanmak birileri için zorlaşıyor. Rekabet artıyor. O zamanlar başlamıştı. Japonlara rehberlik yapan arkadaşım ona rehberlik ücreti ödemekten kaçınan acentalardan yakınıyordu. Japonlar yüksek bahşiş bıraktıkları için (artı bir de alış-verişten gelen “hanut” denilen komisyonları var) rehberleri bedava çalıştırmak istiyordu acenta. Acentanın gözünden o rehbere para kazanma imkanı sağlıyordu. Aynen gazetelerin yazara tanınırlık, görünürlük sağlıyoruz diye baktıkları gibi. Haklı yönleri var mı bu görüşün? Var elbet. Ama işte gelin görün ki, sistem bu şekilde dönmeye başladığında şöyle bir şey oluyor: İnsanlar hayatlarını kazanmak durumunda oldukları için ve de yaptıkları işin karşılığında değil, yan etkinlikleri ile para kazanmaya başladıklarında “tezgahtar” veya “tüccar” konumuna düşüyorlar. Rehberler turistlerine alış-veriş yaptırtmaya çalışıyor. Satış yaparsan kazanıyorsun. Halbuki rehberlik tüccarlık olmamalı. Satış/Tüccarlık bir meziyet. Bu başka bir meslek dalı. Ama işte o ayrım her geçen gün yok oluyor. Ekmek aslanın ağzında olunca herkes aslan kesilmek zorunda bırakılıyor. Herkes tüccar olmak zorunda bırakılıyor. Müzisyenler CD satışlarından değil konserlerden para kazanabiliyorlar. Konser müzikle direkt alakalı bir alan. O nedenle onların durumu nispeten iyi kanımca. Ama tabii içeriden onlar nasıl görüyorlardır bilemiyorum. Onların da konser verebilmek için kendilerini "satma" yetenekleri olması gerekiyordur muhtemelen. Veya iyi bir menejerleri. Avukatlar deseniz onlar da insanların onlara danışmasından, para ödemek istememesinden şikayetçi. Davacılar avukatların ücretlerini karşı taraftan almalarını istiyorlar. Kanımca haklı olarak. ( http://www.gulin.world/avukatlara.html ) Ama avukatlar aynı fikirde değiller :) Serbest mesleklerin hepsinde bir de hak ettiğin parayı tahsil sorunu var. Bilmiyorsun paranı alabilecek misin? Anneler-babalar bu nedenle çocukları için güvenli bir gelecek sağlayacak, 9-5 bir masa başı işi istiyorlar ya. Para Akışı Modern şehirde hayata, paranın akışına bakıyorum... Bazı şeyler o kadar bol ve o kadar ucuz ki. Her köşede bir Çin dükkanı var. Bir sürü “döküntü” bana sorarsanız. Öte yandan, ihtiyacınız olduğunda da istediğiniz şeyi bulabiliyorsunuz. Ben de çok şımartılmış durumdayım. İtalya'da sokak pazarlarında kullanılmış ve stok dışı yeni mallar yığın yığın. Pazara gidiyorum, 2 avrodan fazla etiketi olan tezgahlardaki kıyafetlere kafamı çevirip bakmıyorum bile. Bunda doymuşluğun etkisi var tabii. İnsanın hiçbir şeye ihtiyacı olmayınca 2 avro harcamak bile fazla. 2 avroluk şeyi ancak çok beğenirsem veya kızın o anda ihtiyacı olan bir şeyse alıyorum. 50 sentlik bir tezgahta gördüğüm parça haftaya 1 avro olmuşsa çok bulup almıyorum. Yine de her pazara gittiğimde kıza ve bana 1 avroluk birkaç parça alıp gelmiş buluyorum kendimi. Kendime hedef koydum. Bir kere gidip elim boş dönmek istiyorum. Ama olmuyor. Ya “Bir kahve parası” diyorum, ya “Bu insanlar da üç kuruş kazansın” diyorum, alıyorum. Öte yandan yiyecek alış-verişine gelince... Eskiden, yani çulsuz sefil günlerimde, zeytinyağının en ucuzunu alırdım, şimdi en pahalısını alıyorum. Organik kabak normal kabağın dört misli para, bio tavuğun kilosu 20 avro. Bunlara para harcıyorum. “Zaten ne kadarcık şey yiyoruz, en kalitelisi olsun,” diyorum. Sağlığımız için değer diye bakıyor ve hiç düşünmüyorum. Eh, kabak konusunda azıcık düşünüyorum. Birilerine verirken de hiç düşünmüyorum. Güvenilir bulduğum bir kuruma bağış yaparken hesabını tutmuyorum. Onlar da fark ettiler sanırım durumu, bir şeylere ihtiyaçları olunca soruyorlar, biz de veriyoruz. Eskiden marketlerin girişinde durup sana bir şey satmaya çalışan, veya alış-veriş arabanı geri yerine koyup içindeki 50 sent-1 avroyu almak isteyen belli ki “yabancı” kişileri başımdan savuştururdum. Öyle öğretilmişti bana. Şimdi, özellikle de göçmenler üstüne yazmaya başladığımdan beri farklı bir bilinç geliştirdim. Bu insanlar kim, nasıl gelmişler buraya, niye gelmişler, nasıl yaşıyorlar merak ediyorum. Biriyle yavaş yavaş böyle diyalog kurdum. Coop'tayım, alış-veriş yaptığımız süpermarket. Çıkarken siyahi bir genç yaklaştı. Bir elinde çoraplar, diğerinde çakmaklar. Baktım ama “Non serve” dedim, işime yarar bir şey yok. “Per favore aiuta” dedi. Eşyaları yerleştirdim, kızı oturttum ve kemerini bağladım. Arada da düşünüyorum, kendime zaman kazanıyorum. Kızın kapısını kapadıktan sonra cüzdanımı çıkardım ve 20 avro uzattım. “Bu sadaka değil, bu dünyanın size davranış şeklini sevmiyorum ve onaylamıyorum” diyecektim İtalyanca ama geveledim. İtalyancam o kadar iyi değil. Önceden düşünmem lazım. “Do you speak English?” diye sordu. Evet. Ben ona sordum. O da evet. Nijeryalıymış. “Ne zaman geldin buraya?” “Beş yıl önce.” “Nasıl geldin?” “Denizden.” “Nerede kalıyorsun?” “Bir evde.” Eliyle işaret etti yukarıda bir yerleri. “Arkadaşlarla mı?” Birkaç kişi ile kalıyormuş önceden ama gitmişler. Şimdi yalnızmış. Tek odada. Arabaya binip giderken pencereden “Adın ne?” diye sordum. “Colis” dedi. Yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Düşündüm de... İnsan... O da insan. İnsani bir iletişim... Hepimiz buna ihtiyaç duymuyor muyuz? Zor durumda ve yardıma ihtiyacı var, kime gidecek? Birinden istiyor. O birileri de genelde onlar yaşamıyormuş gibi davranmayı tercih ediyor, görmezden gelmeyi. Görmezden geldiğimizde, kafamızı çevirip işimize yolumuza gittiğimizde o insanlar yok oluyor mu? Olmuyor. Sorunları yok oluyor mu? Olmuyor. O parayı bu insanlara ödememiz gereken, ödeyebileceğimiz vergi olarak görebiliriz. Hükümete dünyanın parasını ödüyoruz abuk subuk şeyler için. Colis'in iş yapmaktan kaçındığını sanmıyorum. Çalışmaktan. Eğer biri ona Carlo'nun işini verecek olsa, hatta yarı maaşa hatta dörtte bir maaşa, eminim sabah erkenden kalkıp trene binip o da gider ve ter döker. Başka adi işler de yapar. Neden gelmiştir evini ailesini bırakıp buralara? Dilini bilmediği yabancı bir memlekete? Yalnız nasıl yaşar? Arkadaşları vardır elbette de nasıl bir hayatı vardır? Aslında iyi bir fırsatı kaçırmış gibi hissettim. Hazır İngilizce konuşan birini bulmuşken alıp evine gitmeli ve hikayesini öğrenmeliydim. Ama beklemiyordum bunu. Genelde Coop'ta olmuyor bu insanlar. Geçen sefer gördüğüm Hintli gibi kızları da bir daha görmedim. Bir dahaki sefere inşAllah. Sonra eve geldiğimde fişi inceledim de... Benim bio tavuk yarı yarıya indirimdeydi. Kilosu 22,40'tan 11,20'ye inmiş. Yedi kutu aldımdı. 19,50 avro indirim vardı. “İyi tasaarruf etmişim” diye düşündüm ve hemen ardından o parayı Colis'e kaptırdığımı fark ettim. Adil. Coop yerine ona gitmiş olması. Neden 20 verdim onu da bilmiyorum. Daha çok vermek de tuhaf olabilirdi belki. Aklımdan 20 geçmişti ve cüzdanımda tam 20 vardı. Bir daha sefere bunu bilinçli ve organize bir şekilde yapmalı ve e-posta adresimi verip hikayelerini istemeliyim. Evlerine gidip röportaj yapmasam bile... Bir yandan hiçbir iş yapmayan birine neden para vereceksin konusu var, öte yandan “Madem bunları savunuyorum, yardım etmeliyim” düşüncesi. Bir ara sürekli 50 avro-100 avro verdim benim adama. Sonra bir dahaki sefere daha yüksek bir rakam vermek istediğimi söyleyince Carlo bana “Onu maaşa mı bağladık?” diye sordu. Benim suratım asıldı. Bozulduğumu gören Carlo devam etti. "Yapacaksak adam gibi yapalım, bir miktar belirleyelim, düzenli verelim." Bana pek ikna edici gelmedi bu yaklaşımı. Böyle olunca da, sonuçta parayı esas o kazanıyor diye vermekten vazgeçtim. Yani daha azını verdim. Dünya turumuzdan döndükten sonra ortadan kaybolmuştu Colis. Almanya'ya gitmek istiyordu, eşi ve 2 yaşındaki kızı oradaydı. Gidebilmiş demek ki. Onun adına sevindim. Şimdi ahbap olacağım yeni bir siyahi genç var. Hafif tombik, pek de güleryüzlü. Geçen hafta da Carlo'yu istasyona bıraktım. Camı silmek için su kalmamış, silemedi. Benim umurum değil, öyle kullanırım. Ama Carlo takıntılı. İnerken “Bekle bir dakika” dedi, “Bagajda su var, koyayım.” “Gerek yok,” diye itiraz ettim. “Trenin gelmesine daha var, vaktim var,” dedi. Yahu onun vakti olmasından bana ne? “Benim vaktim yok,” diye bağırdım ona açık kapıdan. Bu sözümü duyan siyahi bir adam hızlı adımlarla yanıma geldi. İngilizce konuşuyoruz ya Carlo ile. İtalya'da İngilizce konuşan birini bulduğu için mi yoksa öylesine mi yanaştı bana bilmiyorum. “Açım,” dedi. Carlo'ya baktım. “Bende bozuk yok,” dedi. “Sende var mı?” Şimdi daha önceki olay var ya ortada. 50 avro verecektim aslında adama. Sonra çıkarıp 20 verdim. Verirken nereli olduğunu sordum. “Ganalıyım,” dedi. Aslında daha konuşmak isterdim ama hemen arkasını dönüp uzaklaştı geldiği gibi hızlı adımlarla. Akşam Carlo adama ne kadar verdiğimi sordu. Sormaz aslında hiç böyle şeyleri. Bir şeyin fiyatını da sormaz. İnsanlara parayı uzatır, verilen para üstünü saymadan cebine atar. Öyle bir adam. Hesap-kitap bilmez. Her neyse, “Sence?” diye sordum. “Bilmiyorum, onun için sordum.” “Tahmin et,” dedim. Etmeyince “Olsaydı, sen ne verecektin?” diye sordum. “50 sent, 1 avro,” dedi. 20 avro verdiğimi duyunca “Adamı sevindirmişsindir,” dedi. “Öyle mi dersin?” “E öyle. Kimse o parayı vermez öyle sokaktan birine.” :) Belki de onun için, parayı geri isterim diye bir an evvel uzaklaşmıştır adam. Aynı öğleden sonra üst komşumuz bana uğradı. Yeni üniversite mezunu kız. Gerçi üç senelik üniversite. O da pek bir işe yaramıyor. Yüksek lisans yapayım dese senede 6000 avro gibi bir para. Yemek kursuna gitmek istiyor, o da 3000 avro. Bir şekilde çalışarak para kazanması lazım. İşi gücü yok, evde oturuyor. Tembellik yapmıyor canım. Ev işleri yapıyor, evi çekip çeviren o. Kısa bir süre garsonluk yaptı ama lokanta mı kapanmış, eski garson geri mi gelmiş ne, devam etmedi. Aslen Venezuelalı olduğundan ana dili İspanyolca. Özel ders vermek istiyor. Tenis kulübüne birkaç yere ilan asmış. Pek kimse ilgilenmiyor. Sonunda kültür merkezi gibi bir yer bulmuş. Saati 5 avro veriyorlarmış. Haftada iki saat gidiyormuş ona, “Evde oturacağıma” diyor. “Hem tecrübe olur, kendime güvenim gelir. Hem de çevre edinirim belki.” Öte yandan dondurmacı dükkanı olan bir arkadaşı varmış, onun da elemana ihtiyacı varmış. “Saat 4'te gideceksin, gece yarısı bire kadar. Hadi şimdi kalabalık değil ama yazın ana-baba günü oluyor orası, sürekli ayaktasın. Ve ne veriyor? Saati 4 avro,” diyerek kafasını hayır anlamında sallıyor dudaklarını üzgünce büzerek. E iş fırsatı varken kabul etmiyorsa çok da ihtiyacı yok diye düşünüyorum. Ama haklı değil mi? O paraya çalışacak kadar ihtiyacı yok. Lara küçükken ben saati 7 avro veriyordum. En azından eğlenceli iş, yol masrafı ve ulaşım için zaman kaybı da yok. Tabii şimdi kız büyüdü, benim ihtiyacım kalmadı. Boş yere para harcamak istemiyorum. Ve çağıracak olsam, ama saati 4-5 avro vereyim desem, o da ayıp değil mi şimdi? Kullanmak olmaz mı? E ama kendim için değil, ona para kazandırmak için iş vereceksem kendime biraz daha vakit kazanmak istemek hakkım yok mu? “Neden alanınla ilgili bir işte çalışmıyorsun?” diye sordum. “Staj yapabilirim bir yerde, ama para vermiyorlar.” “E olsun, o da tecrübe. Hem sonra işe alabilirler.” “Eskiden belki öyle oluyordu. Şimdi kriz olunca herkes masraf kesmeye çalışıyor. Seni stajda kullanıyorlar, süren dolunca 'Üzgünüz, bütçemiz yok' diyerek sana yol veriyor, yeni bir stajyer alıyorlar,” diyor. Kim haksız burada? İş yeri de kendince haklı değil mi? O da tasarruf etmeye çalışıyor kendince. Peki nasıl para kazanacak bu kız? Paralı Mı Bedava Mı? Yoksa Paylaşmalı Mı? Dönelim konumuza, ilk sorumuza. Yazı paralı mı bedava mı olmalı? “Eğer diğer şeyler paralı ise yazı da paralı olmalı,” diyeceğim geliyor. E ama birilerinin, ihtiyacı olmayanların bedava vermesine engel mi olacaksın? O da olmaz. Kurulmuş bir düzen var işte, pazar ekonomisine göre, arz-talebe göre yürüyüp gidiyor. Veya yuvarlanıp gidiyor. Okudum bunların dersini aldım ama benim kafam basmıyor yine de. Çünkü hayat öyle ders kitaplarında okutulduğu gibi dönmüyor. Üstelik günümüzde yaşam çok hızlı değişiyor. Uber, AirBnb... Ama onlar gerçek anlamda paylaşım ortamı değiller. Belki farklı görünüyorlar ama yine de kapitalist sistemin insanları sömürüsüne dayalı işliyorlar. Gerçek paylaşım olarak Couchsurfing ilk akla gelen ama daha sonsuz değiş-tokuş, bedava verme siteleri gırla. Bu koşullarda yazıya para ödenmeli mi? İnsan yazıdan nasıl para kazanır? Kazanılır mı? Kazanan nasıl kazanıyor? Peki ya diğer alanlarda insanlar nasıl geçimlerini sağlıyor? Ben anlayamıyorum.
![]() Diyeceğim o ki... Bir kere herkesin barınma ihtiyacı sağlanmalı. En azından kafasının üstünde bir kulübesi olmalı. İnsanların yiyecek gibi temel ihtiyaçları da sağlanmalı. Demeyin “Nasıl olacak o iş?” diye. “Parayı nereden bulacaksın?” diye. Geçen sene en çok para kazanan 100 kişi dünya çapında yoksulluğu bitirecek paranın dört mislini kazanmış. Kimse çalışmamalı demiyorum ama çalışmaya hazır biri iş bulamıyorsa ne yapsın? Aç mı kalsın? “Sosyal yardım bunlar için var,” diyeceksiniz. Ama işte bunun sadece kendi ülkemiz sınırları içinde kalması yetmiyor demek ki. Dücane Cündioğlu şöyle bir şey yazmış: “Onun var benim de olsun: imrenmek Benim var onun da olsun: kerem Benim var onun olmasın: kıskançlık Benim yok onun da olmasın: çekememezlik” Ben “Benim var onun da olsun” diyen gruba giriyorum. Bunun tek nedeni de başkalarının da olmadan elimdekinin keyfini rahatça sürememem. Yani bencillikten. Artı, ben bunu kerem olarak görmüyorum, temel bir edep diye görüyorum. Tamam, herkes bana söyleyip duruyor ve ben de haklılık payları olduğunu düşünüyorum, herşeyimizi başkalarına veremeyiz, o zaman biz aç biilaç kalırız. Yine de... Hepimizin daha fazla verebileceğinden eminim. Bir yandan bolluk içinde yaşıyoruz. Çin dükkanları ve pazardaki tonlarca kıyafet. Ne olacak cidden bunların sonu? Ya bakkalda manavda markette bozulan yiyeceklere ne demeli? Ya tekno marketlerdeki beyaz eşyalar, elektronikler? Kim satın alıyor bunca malı? Satılmayanlar ne oluyor? Bir forumda birisi diyordu, “Bir elma ağacı o kadar çok meyve veriyor ki, hepsini senin yemen imkansız. 'Başkalarıyla da paylaş' diyor ağaç adeta.” Çok doğru. Reçel yapsanız, başka şekilde konserve yapsanız yine de çok. Bizse ne yapıyoruz? Ya bırakıyoruz çürüsünler ya da, para denen bir alet kullandığımız için paylaşmak yerine satıyor, sonra da parasını ya başka şey almak için kullanıyor, ya da zulalıyoruz ki ileride güvencemiz olsun. Belki bunu değiştirip paylaşım ekonomisine geçme zamanı gelmiştir. Kapitalizmden kurtulursak "daha çok kâr canavarı"nın yol açtığı müthiş ziyandan ve bunun yarattığı acılardan da kurtulmuş oluruz. Carlo'ya sordum. "Yani cevabı biliyorum ama insanlar neden İnternet sitelerine tık koyup duruyorlar? İki cümle okumak için on kere tıklaman gerekiyor." "Sen tam tersisin," dedi Carlo. O cevap vermeyince "Reklam için," diye ben verdim kendi sorumun cevabını. "Elbette öyle," diye onayladı Carlo beni. "Elbette tam tersiyim," diye ben de onun daha önce dediğini onayladım. "İnsanlar yazdıklarımı okumuyorsa bir milyon hit almanın ne anlamı var? Dikkat dağıtan bir sürü başka bağlantı ne için, tıklama için mi? Eğer dünyayı daha iyi bir yer yapma adına faydalı bir düşünce üretmek, bir deneyim paylaşmak, ya da iç dünyanın ürününü paylaşmak için değilse yazmanın anlamı ne?" Kaliteli, faydalı, sağlıklı şeyler üretenlere saygım sonsuz. Peki ya bağımlılığı arttırsın diye tütünün içine her tür yapay maddeyi ekleyen sigara üreticilerine ne demeli? Manifaturacılar hummalı bir şekilde üretiyor, insanlar "terhane"lerde ırgat gibi çalışıyor... Ne için? Satmak için. Birilerinin ihtiyacına karşılık vermek için değil kendi ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapılıyor. Daha da kötüsü kendi lüksleri için. Terhanede çalışanlar başkaları keyif sürsün diye hayatlarını satmak zorunda bırakılıyorlar, kendileri sadece en temel ihtiyaçlarını sağlıyorlar. Onu da sağlayabilirlerse... Reklama dökülen paranın çoğu başkalarına hizmet etmek için değil, şirketlerin ceplerini doldurmak için. Bunda yanlış bir şey var gibi gelmiyor mu size de? Çok yanlış bir şey? Başka bir model mümkün, eminim buna. Tam olarak nasıl olur, tam ne zaman gerçekleşir bilemiyorum ama bu dünyayı ve dünya ile birlikte insanoğlunu kurtarmanın tek yolu başka bir ekonomik modele geçmek. Rekabetin, çoğunluğun bir avuç azınlığın bahşettiklerine boyun eğmesi anlamına gelmediği bir modele. Tüketimin teşvik edilmektense caydırıldığı bir modele. Buna bir yerden başlamak gerekiyor. Hadi o zaman başlayalım... Ama parayla dönen bir dünyada nasıl başlayacağız? Kira ödememiz gerekiyor, faturalar var, benzin masrafı var, daha yiyecek alıp karnımızı doyuracağız vs. Bu koşullarda birçok kişinin paylaşmaya başlaması bile zor görünüyor. Peki, hadi o zaman savunduğum şeye geri dönelim. Bu fikirleri, bu tohumları ekelim. Ne de olsa kuantum mekanik üstüne çalışmaları ile Nobel ödülü almış Alman teorik fizikçisi Max Planck'ın dediği gibi "Yeni bir bilimsel gerçek, karşıtlarını ikna edip onların ışığı görmesini sağlamakla üstünlük kazanmaz. Daha ziyade, karşıtlarının nihayetinde ölmesi ve yeni nesillerin yeni bilimsel gerçeğe alışık olarak büyümesi ile üstünlük kazanır." Haydi o zaman... Yeni tohumlar ekmeye ve bir sonraki kuşağın büyümesini beklemeye başlayalım! Not: Bakmayın yazıyorum ama benim de pek bir şey bildiğim yok aslında ;)* Sadece durum tespiti yapıyor ve yanlışları saptıyorum ki çözüm bulunabilsin. Benim beyin fırtınam bunlar. Alın ve siz devam ettirin buradan... * Bu diğer yazarlar için de geçerli. Birileri yazı yazıyor diye çok şey bildikleri anlamına gelmiyor. O nedenle okuyun, ama kendi kafanızla düşünün. Para Tahsili Meselesi
Sene 2003. Biriyle bir seyahat dergisine ortak bir yazı yazdığımda bana ödeme yapılmadı. O zamanlar tecrübe de sıfır, hayatımda hiç para konuşmamışım, nasıl soracağımı da bilmiyorum, kıvrandım kıvrandım durdum. Sonunda bir arkadaşımın önerisiyle “Bunun bir ücretlendirmesi yok mudur?” dedim. Adamlar bana diğer kişiye ödeme yaptıklarını, bana para veremeyeceklerini söylediler. Bir başka deyişle, “Siz cikletten çıktınız. Yazının yarısını yazmış olmanız önemli değil, bizim emeğe saygı duymak gibi bir derdimiz yok, üstüne bir bardak su için” dediler. Bu arada yazıya ne ödediklerini öğrenmek istedim. 100 milyonmuş. Yani bana ödemeden kaçtıkları rakam 50 milyon. Bir seyahat dergisi ekstradan 50 TL ödeyemiyor! Ya insan kendi cebinden çıkarır verir o parayı. Parasında değilim, 50 lirayla zengin olacak değilim ama yaptıkları çok büyük terbiyesizlik geliyor bana. İşin daha da kötüsü, etrafımda kime anlatsam Voyager’ın yaptığını çok doğal karşılıyor, bana hak veren bir tek kişi bulamıyorum!!! Voyager’ın açıklaması “Bütçemiz yok.” O kadar da rahatlar ki bunu söylerken, kendilerince çok mantıklı açıklama yapmış oluyorlar. Ya eğer bütçen yoksa, gezi dergisi çıkarmazsın! İnanabiliyor musunuz(???!) dünyanın bir ucu olan Yeni Zelanda, Şili, Japonya yazılarına 100 lira para veriyorlar! “Benden başka kimse şikayet etmiyor mu?” dedim. Onların yalancısıyım, “Hayır” dediler. Benim aklım almıyor bu işi. Yani oraya gitmesi bile bir dolu para. Hadi ondan geçtim, yazmak için bir sürü daha araştırma yapıyor, bir sürü vakit harcıyorum. Yayın yönetmeni görüşümü yukarıya ileteceğini söylüyor. Bir sonraki yazı taleplerinde gururla açıklıyor, telif 175 TL olmuş! Aman ne harika! “Yaa ben anlamıyorum; benim yazdıklarım değerli, ben o fiyata vermek istemiyorum, millet nasıl kabul ediyor bu rakamları?” diye dert yanıyorum bir arkadaşıma. O da durumu biraz kaba bir tabirle, “Tuvalette sıçtıkları gibi yazdıkları için” diye açıklıyor. Kimse hobi için buzdolabı üretmiyor. Üretip de malını bedavaya vermiyor. Beyaz eşyacıya gidip “Ben bedava veriyorum, al senin olsun, sen de git sat” demiyor. Ama iş yazıya geldi mi yazıp bedavaya vermeye hazır bir dolu insan var! E böyle olursa, ben kimle nasıl rekabet edeceğim, bu işten nasıl para kazanacağım? Japonya yazısını yazarken bir yandan da Voyager’a rahatsızlığımı dile getiriyorum. “Siz yazmayacaksanız buradan birine söyleyeyim yazsın,” diyorlar. Var mı böyle bir rahatlık yaaa??!! E tabii aslında oraya gitmemiş biri de İnternetten ordan burdan bilgi toplayarak pekala güzel bir yazı yazabilir. Nasıl olsa millet iyiyi kötüyü ayırt etmiyor, tüketiliyor da... Sonuçta dediğim gibi günümüzde her şey satma kabiliyetine bağlı. Adamlar on bir bin adet bir ilaç firmasına basıyorlarmış, eh dışarıda da satıyordur biraz... yazılara zaten üç kuruş para ödüyor, hatta ödemeden kotarıyorlar, gerisi de kâr kalıyor yanlarına. *** Sene 2005... Kitaba gelince... Kitabı yazdım, bastırdım. Bu da yetmiyor, bir de satmakla uğraşmam gerekiyor. Dağıtımı takip edip yayınevine bildirmem gerekiyor. Yazar şahsen ilgilenmezse kimse ilgilenmiyor ki! İnkılap'ın kendi kitapçılarında dahi yok kitap. Daha yeni çıkmış kitap. Eskimiş filan da değil. Önümüzdeki hafta sonu mezunlar gününde imza günü yapılacak. Bir arkadaşımın fikriydi, ben de yayınevine söyleme gafletinde bulundum, onlar da ayarlamışlar ama gerçekten hiç gitmek istemiyorum. Kitap satar, sattıktan, insanlar okuduktan sonra sizinle tanışmak ister, sohbet ve imza günü düzenlenir anlarım. Ama ben kitabın satması için gidip bir yerde durmak istemiyorum. İstemiyoruuum, kendimi satmaya uğraşmak istemiyorum!! Peki başka seçeneğim var mı? Var tabii... Hepsi birbirinden beter seçeneklerim var: 1- O kadar uğraşımın araya gitmesini kabul edip aldırmamak. 2- Hayatımla yapmak istediğim şey olan yazmaktan vazgeçip kendime başka iş bulmak. Herkes illa sevdiği işi yapacak diye bir kural yok ya! 3- Satmasa da yazmaya ve sürünmeye devam etmek. 4- Çabalamak çabalamak çabalamak. Tabii düz duvara tırmanmaktan beter olan bu çabadan vazgeçmemek için insanüstü bir güç harcamak gerek- bu arada ruh sağlığımı kaybetmemeye dua etmek veya gidip bir dolu hap almak. En güzel seçenekse... 5- Kendime başka bir gelir kapısı, rant bulup yazmaya devam etmek. Orhan Pamuk kaç yılda Orhan Pamuk oldu? Eğer başka bir geliri olmasaydı bunu başarabilir miydi? “Hiç sanmıyorum,” diyecektim ama hadi “Emin değilim” diyeyim sadece. Çünkü bu piyasa koşulları buna uygun değil. Bir kişinin tutunabilmek için önce adını duyurması veya kendini pazarlaması gerekiyor. Adını duyurmak genelde epey bir zaman alıyor, pazarlamayı becerirsen işin kolaylaşıyor. Halbuki bir yazarın işi sadece yazmak olmalı, kitabı bastırmak ve sattırmak değil! Orhan Pamuk'un Milliyet Roman Yarışması'nda birincilik ödülü almış, sözleşme çerçevesinde basılması gereken romanının bastırmasının dahi ne kadar meşakkatli olduğu konuyla ilgili kişilerin malumu. “Yazar/düşünür/sanatçı para alır.” Öyle dedi birisi. Ama doğru mu, gerçeklerle örtüşüyor mu? Hayır. Ben kesinlikle yazar/düşünür/sanatçıya para ödenmesi taraftarıyım. Ancak piyasa bu şekildeyken, birilerinin (yani kendini satmayı becerebilenlerin) söyleşiden bile suyunun suyunu sıkar şeklinde para istemesini, kurumların da birine verirken bir başkasına vermemesini, çifte standart uygulamalarını doğru bulmuyorum. Aslında sorunun kaynağı biraz da şurada yatıyor: Birçok insan yazarlığı hobi olarak yapıyor. Eh, hobi olarak yaptığında da karşılık beklemiyor. Benim editör bir marangoz örneği vermişti. “Kitabı yazıp çekmeceye atmak yazarlık değil, bastıracaksın. Evde masa, sandalye yapsan sana marangoz denir mi?” İnsanlar yazı yazıyor, çekmeceye atmıyor ama gidip bedavaya veriyorlar basılması için. Millet kendine ‘yazar’ demek için veya bir yerde yazısı çıkıp egosunu tatmin etmek için bedava vermeye razı. Bu durumda alan razı, satan razı aslında. Kimle konuştuysam herkes de bunu çok doğal buluyor. Yazarlığı meslek olarak yapmaya kalkan biri olarak bir tek ben razı değilim! Çünkü bu, birinin hobi olarak marangozluk yapması, bir eşya ürettiğinde de bir dükkana götürüp bedavaya vererek “Al sat” demesi ile aynı şey. Eh haliyle de, yani size satmanız için getirip bedava mal veren insanlar varsa, dükkan sahipleri de sattığı malı alırken para vermemeye alışıyor. Bu nedenle “Yazar/düşünür/sanatçı para alır”cümlesini tersinden de kurmak lazım. “Yazar/düşünür/sanatçıya para ödenir!” *** Eğer bir gün bir şeyler değişecekse bunu bu tür kurumlar ve piyasayı kabullenmek yerine sesini çıkaran yazar/çizer vs. sağlayacak. Gördüğüm kadarıyla sesini çıkaran pek fazla kimse yok, millet piyasayı bildiği, alıştığı için doğal karşılıyor, ben dışarıdan geldiğim için kabullenemiyor, sesimi çıkarıyorum ama zaten onun da pek anlamı yok çünkü kimse aldırmıyor. Sadece ben kendimi tatmin ediyorum, tabi bu arada diğer herkesten “kaprisli” etiketi yiyorum, o oluyor yani... Piyasaya o kadar laf ettim, aralarında gördüğüm nadir düzgün işleyen bir kurumun adını anmak boynumun borcu. Bahsettiğim Maviology dergisi. Duyanınız var mı bilmem, Mavi Jeans’in çıkardığı bir dergi. Yani esas işleri yayıncılık da değil. Ama bir kere yazıya düzgün bir telif ücreti veriyorlar, ikincisi dergi çıkar çıkmaz paranızı hesabınıza yatırıyor veya ayağınıza getirip ödüyorlar, üç- dergiyi de veriyorlar. Hatta hatta bir keresinde yazımı o ay basmamış olmalarına rağmen telifi ödediler ya şaştım kaldım iyice. Türkiye’de, özellikle yayın dünyasında bu kadar kötü kuruluş varken, emeğe saygılı, düzgün işleyen, profesyonel bir kurum olduğunu görmek içimi rahatlatıyor en azından. Türkiye’de, özellikle yayın dünyasında bu kadar kötü kuruluş varken, emeğe saygılı, düzgün işleyen, profesyonel bir kurum olduğunu görmek insanın içini rahatlatıyor. Umarım bir gün tüm kurumlar Maviology’nin özeni ile çalışır. Not: Bu yazı on küsur sene önce düşündüklerim. Peki ya şimdi? Güncellenmiş düşüncelerimi burada bulabilirsiniz. ![]() Bu yazının ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz. Biri bana sordu: "Yeterli bilgisi olmasına rağmen lisanssız bir mühendis tutar mısınız?” Rağmen mi?? Elbette, eğer yeterli bilgisi varsa lisanssız bir mühendisi tutarım. Neden tutmayayım? Hatta benim için birini tutmamın tek ana koşulu yeterli bilgisi olmasıdır. Ardından insaniyet, empati ve sempati kısmı gelir. Onun ardından da ücreti. Başlamışken burada bir itirafta da bulunayım. Makine Mühendisliği'nden yüksek lisans diplomam var. Ve bu diplomayı sıradan bir üniversiteden değil, Türkiye'nin en iyi üniversitesinden veya hadi deyin ki en iyi üniversitelerinin birinden aldım. Doktora tez önerimi yapma aşamasına kadar da ilerledim. Eğer isteseydim Makine Mühendisi olarak kaydolup o alanda çalışabilirdim. O derecem var. O dünyadan yıllardır uzakta olmama rağmen halen bazı problemleri çözebiliyorum ve matematikten anlıyorum. Öte yandan, eminim ki sıradan bir mekanik benim bildiğimden çok şey biliyordur, makine parçalarının nasıl çalıştığını benden iyi anlıyordur. Bunu kişisel olarak almadığımı da belirtmek isterim. Yani bunun sadece bana has olduğunu düşünmüyorum. Üniversite mezunlarının çoğunluğu için geçerli bu durum. Çoğunluk gerçek hayata dair pek de bir şey öğrenmeden mezun oluyor. O nedenle üzgünüm, diplomalar ve/ya lisanslar bana bir insanın kapasitesini, kabiliyetini ve “ehliyet”ini göstermiyor. “Çocuğunuzu lisanssız bir doktora götürür müsünüz?” diye devam etti. Allah'a çok şükür kızımı pek doktora götürmem gerekmedi ama eğer bir konuda derin bilgisi olan biri varsa, o bilgi kültürel mirastan ve deneyimden geliyorsa, geleneksel şekilde eğitilmiş bir doktor yerine kızımı ona götürmeyi tercih edebilirim. Artı, konu bu değil zaten. Kızımı “lisanslı” doktorların ÇOĞUNLUĞUNA da GÖTÜRMEM. Önemli nokta bu. Ben genelde çok seçici biriyim. Pek kolay kimseyi beğenemediğim için kıstasımı da "lisans sahibi olması" diye koyamıyorum. Araştırıyorum, hem eldeki konuyu hem de kişiyi, sorular sorup deniyorum. Eğer tatmin olmazsam, tavsiyelerine uymayıp başka bir doktora geçiyorum. Tamam, herkes benim gibi değil. Kimisi kendi seçmek istemiyor. Ne de olsa oldukça zahmetli, çok zaman ve enerji gerektiren bir şey bu. Veya insanlar kendileri karar verecek yeterli bilgiye sahip olmadıklarını düşünebilirler. Dolayısıyla da lisanslı kişilere gitmeyi tercih edebilirler. Yine tamam. Ben hiçbir sertifika veya oda olmasın demiyorum zaten. Tek dediğim insanların lisans almaya mecbur edilmemeleri. İnsanların lisanslı ve lisanssız rehberler/doktorlar/mühendisler olduğunu ve ikisi arasında ne fark olduğunu bilmesini sağlayın. Lisanssız bir rehber/doktor/mühendisi denemek isteyebilirim. Sorumluluğu da bana aittir. Tıpta Durum Rehberler için üye aidatı dışında senede iki seminere katılma zorunluluğu olduğunu biliyordum. Peki tıpta nasıl işliyordu bu sistem? Öğrenmek için doktor bir arkadaşa danıştım. Seminer zorunluluğu yokmuş. “Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan hekimlerin Tabipler Odası'na kayıt zorunluluğu bulunmayıp isteğe bağlı. Kamu kurumları dışında, yani özel hastanede veya serbest çalışan hekimlerin kanunla belirtilmiş şekilde yıllık aidat ücreti ödeme koşulu ve üyelik zorunluluğu mevcut,” dedi. Ben nedense kamuda çalışanların Tabipler Odası'na kayıt zorunluluğu bulunacağını sanmıştım ama tabii düşününce mantıklı belki. Kamudasın zaten onaylanmışsın, özeli kontrol altında tutmak lazım :) Yine de ben anlamakta zorlanıyorum. Özelde de çalışsan, hadi bir kere kayıt oldun, diplomanı tasdiklediler. Neden özelde çalışan doktorların illa her sene üyelik yenilemeleri gerekiyor? Bilgi bayatlar tamam da, onun tazelendiğini gösteren bir şey yokken sadece kayıt yenilemek neyin nesi? Kağıt da mı bayatlıyor? Yani kağıt da çürür tabii de genelde insan yaşamı içinde çürümüyor pek. Doktorları teste tutup yeni diploma vermiyorlar sonuçta. Arkadaşım meslekten ayrılanlar, kurum değiştirenler için bir revizyon olabileceğini söyledi ama bana pek mantıklı gelmedi bu. Yine de vardır belki benim anlayamadığım bir sebep. Ve belki bu yazıyı okuyan birileri bana açıklama nezaketini gösterir. Bu arada TTB sayfasında yazdığına göre “Türk Tabipleri Birliği’ne üyelik serbest çalışan hekimler için zorunlu olmakla birlikte, halen üyelerinin yarısı, kamuda çalışan, üyeliği zorunlu olmayan hekimlerdir.” Demek ki bir birliğe üye olmak için sebep buluyor insanlar. Âlâ. Doktor arkadaşım devam etti: “İnsanların seçim yapma konusundaki özgürlüklerini sonuna kadar savunmakla birlikte bazı konularda lisansın gerekliliğini düşünüyorum. Toplum sağlığını ciddi ölçüde olumsuz yönde etkileyen lisansı olmayan sözde sağlıkçı kimliği vasfı ile dolaşan birçok kişi mevcut. Kırık-çıkıkçılardan tut da ot-çöp ile şifa dağıtanlara varan geniş bir yelpaze.” “Bazı konularda lisansın gerekliliğini düşünüyorum” dediğinde insanların seçim yapma özgürlüğünü sonuna kadar savunmamış oluyor tabii ama... “Toplum sağlığını ciddi ölçüde olumsuz yönde etkileyen lisansı olmayan sözde sağlıkçı kimliği vasfı ile dolaşan birçok kişi mevcut,” dediğinde beni desteklemiş oluyor. Şöyle ki: Tıp, lisansa tabi bir meslek dalı. Ama neymiş, demek ki lisans mecburiyeti üfürükçüleri önlemeye yetmiyormuş. Artı, ben lisanslılar arasında da fazlasıyla çürük elma olduğunu düşünüyorum. Yeterince kaliteli eleman yetişene kadar insanlar lisanslı-lisanssız çürük elmalarla muhatap olmak zorunda kalacaklar maalesef. İnsanlar seçimlerini akıllıca yapma yetisine sahip olana kadar da bu böyle gidecek. Alaylı Dişçilik Arkadaşım “Lisanssız olarak çalışıp da birçok lisanslı insandan çok daha başarılı olanlar da mevcut,” dedi ve ilginç bir örnek de verdi. “Hatay'ın Kırıkhan ilçesinde alaylı olarak çalışan ve diş tedavisinde oldukça başarılı dişçiler vardı yıllar yılı. Birçok insan diş hekimi yerine onları tercih ederdi ve gayet de memnun kalıyorlardı. Böyle istisnai gerçekler de var elbet.” Toplum ve Tarih blogunda bir makale de gönderdi bana. Meğer Kırıkhan yüzyıllardır ''dişçileriyle'' ünlüymüş. Dişçilik, ilçenin tarih boyunca sembolü imiş. Çoğunluğu Orta Doğu ülkelerinden olmak üzere yurt dışından gelen müşterileri de varmış. İlçe merkezindeki beş otel bu müşterilerle dolup taşarmış. Sonra lisans sahipleri lisanssızlara savaş açınca sadece iki otel kalmış, onlar da işsizmiş. Türk Diş Hekimleri Birliği Kırıkhan Temsilcisi Mustafa Paşabeyoğlu “Yüzlerce hatta binlerce diş hekimi, muayenesinde hasta beklerken, alaylı diş hekimlerinin atadan dededen gördükleri yöntemlerle diş tedavisi ya da diş protezi yapmasına elbette sessiz kalamayız.'' buyurmuş. Yani derdi aynen birtakım “okullu” kişiler işsizken “alaylı”ların iş yapması. Buna sessiz kalamıyor. Alaylıların kötü iş çıkardığından, toplum sağlığını kötü yönde etkilemesinden filan bahsetmiyor. Hayır. Çünkü o da biliyor ki bu alaylı adamlar işlerinde iyiler. ''Artık işin uzmanları var. Biz kendimizi iyi ifade eder, bu işi atadan dededen görme yöntemlerle değil, tıbbın gösterdikleriyle yaptığımızı gösterirsek, yine yurt içinden de yurt dışından da müşteri alırız. Bu da ilçe ekonomisine olumlu yansır'' diyor. Ha sen önce gayet yolunda giden bir ekonomiye darbeyi vur, sonra kendi ekonomini getirmeye çalış. Ne biçim çarpık mantıktır bu? Sokak Dişçiliği Bir de “sokak dişçiliği” var. Wikipedia “genelde lisanslı diş bakımına maddi gücü yetmeyenler için sokakta lisanssız dişçilik faaliyeti” diye tanımlıyor. Burada etrafta dört duvar yok, muayenehane açık hava. Ağzınızı tahkik etmek için hareketli cerrahi ışıklandırmalara gerek yok, gün ışığı var. Önceden randevu almanıza da gerek yok. Yoldan geçerken uğrayıverin. Kendinize bir tabure çekip poponuzu rahatça yerleştirin. Hintli Pyara Singh “Zengin doktorlarla bizim aramızdaki tek fark onların süslü sandalyeleri, vantilatörleri, yardımcıları, x-ışınları ve diğer ıvır zıvırları var. Çok para alıyorlar. Normal insanların buna gücü yetmez.” Sadece bunlar değil aslında. Bu sokak dişçilerinin ağzınızdaki her problem için "süslü" tıbbi terimleri de yok. İtiraf etmeliyim ki çok fazla hijyenleri de yok gibi görünüyor. Sterilize eldivenleri yok, ağız maskeleri yok, ellerini pantolonlarını silip işe girişiyorlar. Öte yandan, iğnenin acısını uyuşturmak için karanfil yağı kullanıyorlarmış ve “harika” imiş. Eczada kullanılan kimyasallardan kat kat iyi bir şey. Görünüşe göre sokak dişçiliği sadece Hindistan, Pakistan veya Çin'de yapılmıyor; polis 2003 yılında 23 lisanssız dişçi toplamış Paris sokaklarından. Elbette Parisliler değilmiş bunlar. Ne “dişçiler” ne de “hastalar”. Diğer göçmenlere hizmet veren Suriyeli göçmenlermiş. Bu noktada kendim sorup kendim cevaplayayım: Sokak dişçilerine gider miyim? I-ıh. Hiç sanmıyorum. Kırıkhan'daki dişçilere gider miydim? Gidebilirdim. O Suriyeli sokak dişçilerini yasaklamanın adil olduğunu veya hükümetin görevi olduğunu düşünüyor muyum? I-ıh. Eğer ihtiyacı olan herkese ücretsiz diş bakımı sağlıyorsanız buyrun yasaklayın. Aksi takdirde, insanların özgür etkileşimlerine müdahale hakkınız olduğunu düşünmüyorum şahsen. Özetle Mühendis bir arkadaşıma da sordum. Sırf proje vs. imzalamak için Mühendisler Odası'na kayıt olduğunu söyledi. "Hiç ihtiyacım olmadı," dedi. Yıllık aidat ödüyor. Aslında epey düşük bir rakam. 150 TL imiş. Ama şu anda 25 yıldır ödüyor bunu. Neden? Biri bana söyleyebilir mi lütfen? Eğer bir şeye mecbur edileceksek, dünyadaki ihtiyacı olan çocuklara/kadınlara ödemeye mecbur edilmeliyiz böyle paraları, kurumlara değil. Rehber konusuna dönecek olursak... Dünyayı gezerken bir sürü “rehber” tuttum. Çoğu yerde lisanslı rehberler olduğundan dahi şüpheliyim. Yine de... Hiç kimseyle bir problem yaşamadım. Kendimi kandırılmış hissettiğim, deneyimden rahatsız olduğum durumlar olmuştur elbette ama bir noktayı açıklığa kavuşturmam gerek: Bu bakanlık tarafından onaylanmış acentalara kadar gidiyor... İş insan ilişkilerine geldiğinde hiçbir şeyi garanti edemezsiniz. İnsanların zevkleri ve beklentileri öylesine farklıdır. “Lisanslı” acentaların “lisanslı” rehberleri ile deneyimlerinden memnun kalmayan bir sürü insan var. Bunu da istediğiniz her alana genişletebilirsiniz. İnsanla ilgili her işte birinden memnun kalanlar kadar memnun kalmayanlar da çıkar. O nedenle bunun keskin bir kıstası yoktur, ve olamaz. İşbu yukarıda sayılan nedenlerle hükümet tarafından zorunlu tutulan her tür lisansa karşıyım. (Biri “Lisanslar devlet tarafından verilir” diye düzeltti beni. Konudaki cehaletimi bağışlayın; benim için devlet ve hükümet aynı kapıya çıkıyor. Yönetici otoriteyi kastederek genelde “hükümet” kullanıyorum. Ne de olsa hükmeden ve o sözcüğü vurguluyor.) Anlatabildim mi yoksa tekrarlamam gerekiyor mu? Lisanslara karşı değilim. Hükümet tarafından zorunlu tutulan lisanslara karşıyım. İnsanların bir mesleği yapmak için lisans almaya mecbur tutulmalarına karşıyım. Hükümetlerin, insanların seçim haklarını ellerinden alıp her şeyi düzenlemeye kalkmasına karşıyım. En çok da, bugünün insan yapımı kanunları sanki en temel, en kesin, en nihai gerçekmiş gibi “Yassah hemşehrim,” denmesine, “Yasa dışı bu yasa dışı” diye propaganda yapılmasına karşıyım. Lütfen bir dahaki sefere daha iyi bir argüman üretin. |
|