![]() Uzun süredir şöyle düşünüyorum: “Yazdıklarımı bir avuç arkadaşın dışında kimsenin okumayıp aldırmaması iyi bir şey aslında. Ne de olsa yazdığım şeyler tartışmalı; ve ben anlamsız, verimsiz, can sıkıcı söz dalaşlarına girmek istemiyorum. Bu şekilde insanların öfkeli yorumlarına dolanmadan istediğim gibi yazabiliyorum. Bir gün kitabımı bitirmeyi başarabilirsem, insanlarla karşılıklı etkileşime geri dönerim.” Üçüncü dünya turundan sonra dahi hiç kimse, yani hiçbir ulusal gazete, hiçbir gazeteci benimle ilgilenmedi. (Tabii bu yalan oldu. İlgilenenler oldu da, ben onları beğenmeyip geri püskürttüm :) Ama dediğim gibi, bir açıdan benim için iyi bir şey bu. Linkedin'de yayınladığım "Yasa Dışı Mı?!" yazısının İngilizcesine 24, Türkçesine 16 kişi bakmış olduğunu görünce endişeleniyorum :) Yazıları ben yazıyorum ama fotoğraf işlerine kocam bakıyor. Twitter'ı da kullanmayı bilmiyorum. Yani etkili kullanmak hakkında bir fikrim yok. Yaptığım yazı başlığını koyup yazıya link vermek, birkaç isim etiketlemek. Dün akşam kocama bıraktım “Hayali Süt Tehdidi” yazımı o “tweet” etsin diye. “Ekleyecek isimleri sen bul, halkla ilişkiler senin işin.” Oturdu başına. İnsanlara bakıyor. İlgi alanlarından birilerini buluyor, sonra ilk baktığı insanların kaç takipçisi olduğu. Arada bulduklarını bana da gösteriyor, veya ben kafamı sokup bakıyorum o ne yapıyor, kime bakıyor diye. Birini gösterdi ve ardından “Bir hiç” dedi. Adamın 130 kadar takipçisi vardı. “Beni bir hiç yaptığın için teşekkür ederim!” dedim. Ne de olsa ben o adamdan kötüyüm iş “takipçiler”e geldiğimde. Benim sadece 32. “Ofiste o şekilde konuşuyoruz birbirimizle,” dedi açıklayıp yanmasın diye kazı çevirmeye çalışarak. Onu gayet iyi anlıyorum. Halkla İlişkilerciler tanınmak ve duyulmak için kimin peşinden gidecek? Elbette kalabalıkları etkileyebilecek insanların. Umurumda değil zaten. Ben iğne ile kuyu kazmaya alışığım. İnsan toplama peşinde değilim. Tanıdığım herkesi benim ağlarıma katılmaya davet edip sayı şişirmeye çalışmıyorum. Bu kadar az takipçim olması benim gururum. Anlayacağınız, gururlu bir HİÇ KİMSEyim. Ek: Birçok insan için “hiç kimse”, kimileri için “bir kimse” olabilirim; dünyada en azından iki kişi için “çok önemli bir kimse” olduğumu biliyorum. O iki kişi de benim için en önemliler. Dolayısıyla no problem, sorunum yok. Asayiş berkemal. Not: Ola ki bir gün daha çok sayıda insan için "bir kimse" olursam, o zaman da gururlu BİR KİMSE olacağım. Çünkü bu dünyada bir iz bırakmak, bir şeyleri değiştirmek için bir adım olsun atabilmek istiyorum. Bu da bana çocukken öğrendiğim belki de ilk şiiri hatırlattı: "Ben bir küçük insanım Hem aklım var hem canım Kanım halis Türk kanı Bu küçücük insanı Hele olsun kocaman Görürsünüz o zaman." Bugün bu şiirin "halis Türk kanı" kısmı beni rahatsız etse de son üç mısrası halen hoş bir duygu bırakıyor üstümde.
0 Comments
![]() Dün gece yatağa gittiğimde kelimelerin ne işe yaradığına dair yazımı düşünüyordum. Ses tonunun önemli bir etken olduğu herkesin malumudur.: İnsanların ne duyduğunda o ton belirleyicidir. İyi de kadına sütü neden alamadığımı sorduğumda sesimde hiçbir tartışma tonu yoktu. -Çünkü dediğim gibi, gerçekten sütü almak istemiyordum, sadece neden alamayacağımı bilmek istiyordum.- Dolayısıyla kadının söylediğimi sütü almak istiyorum diye algılaması için hiçbir sebep yoktu. Öyleyse kadın neden benim ne demek istediğimi anlamamıştı? Ve bu sabah... Aydım! Kadın soruma cevap vermedi ve “Alamazsın” deyip durdu çünküüü, sıkı durun, o soruya verecek cevabı yoktu! Beni duymadığından, beni anlamadığından değil. Çoğu zaman bazı insanların robot olduğu gerçeğini göz ardı ediyoruz. Özellikle bu tür işler yapan insanların. Bu tür işlerde çalışarak robotlaşıyorlar. Robotlaştırılıyorlar. Kadının bir şeyi neden yaptığına dair hiçbir fikri yok, kendine o tür sorular sormuyor. İş için onu eğiten “otorite”leri sorgulamıyor. Bir şeylere el koyup duruyor ama muhtemelen “neden” sorusunu sormak hiç aklından geçmemiş, o sadece emirleri uyguluyor ve kendinin ve ailesinin geçimini sağlıyor. Okullarda “Kritik Düşünme” dersleri verilmeli. Üniversitelerde, belli departmanlarda öyle dersler var mı? Varsa da yeterli değil. Erken yaşta başlamalıyız, çocuklara kendileri adına düşünmeyi ve Sorgulamayı öğretmeliyiz. Doğru soruları sorma yeteneğinin çok önemli bir özellik olduğunu düşünüyorum. *** Dün gece yatağa gittiğimde o adama sormalıydım diye düşünüyordum... Bariz bir şekilde süt-gibi-görünen o sıvı ile ne yapacağımı düşünüyorlardı? Bariz bir şekilde süt-gibi-görünen ve patlayıcı mı diye test edebilecekleri bariz olan o sıvıyla? 100 ml'nin altında bir süt “güvenliğe” nasıl bir “tehdit” oluşturuyordu? Ve o adam bana dünyadaki en güvenli yerde olduğumuzu söylediğinde, bu Dünya'nın bir yerlerinde GERÇEK bombalar patlarken, benim gibi ETTEN KEMİKTEN insanlar GERÇEK savaşlar yüzünden evlerini terk ederken kendi adıma bunca güvenlik istemediğimi söylemeliydim. Ortada hiçbir alarm durumu yokken çocuklu orta-yaşlı çiftlerden, üstelik bir önceki uçuşta kontrol edilmiş olan bir damla sütü alarak bana gelecek en ufak tehlike riskini ekarte etmek istemediğimi söylemeliydim. Bu dünyada ÇOK GERÇEK güvenlik ihtiyacında olan milyonlarca insan varken BUNA -paranoyak zihinler tarafından HAYALİ “70 mililitrelik SÜTe benzer sıvı” TEHDİDİ için düzenlenen gerzekçe tiyatroya- para ödemek istemediğimi söylemeliydim. Evet, ona tüm bunları söylemeliydim... Maalesef o kadar hazırcevap değilim. Kafam biraz geç çalışıyor. (Ama çalışıyor ya, önemli olan o;) Olay üstüne düşünmem gerekiyor. Yazmam gerekiyor. Yazmak zihnimi berraklaştırmaya yarıyor. Düşüncelerimi yansıtıyor ki onları törpüleyebileyim, rötuş atayım. Evet, zaman gerektiriyor. Çaba gerektiriyor. Ama değiyor. Bu cevapları biriktiriyorum. Ki bir dahaki sefere fırsat çıkınca, hemencecik stoktan çıkarıp kullanabileyim. Bir de belki, umudum odur ki, bu satırları okuyan birinin de aklının bir köşesinde yer eder yazdıklarım ve o da kullanır. Kullanmasa bile bir ahbabına anlatır ve konuşur tartışırlar. İşte yazı buna yarar: Düşünmeye ve fikir yaymaya. Ve elbette kayıt tutmaya. Amerika'dan Londra aktarmalı İtalya'ya dönüyoruz. Londra'ya indik. “Transit” tabelasını izliyoruz. Güvenlik kontrole geldik.
Şimdi... Daha yeni uçaktan inmiş birinin havaalanı içinde iki adım attıktan sonra bir kez daha aranmasının mantığını ben anlayamıyorum ama vardır elbet “yetkililer”in bir bildikleri. Belki diğer uçtaki kontrole güvenmiyorlardır, “Biz de bir kontrol edelim bakalım” diyorlardır. Hoş, elimizde bomba varsa neden bir önce bindiğimiz uçağı havaya uçurmadık meselesi de var. Belki İngilizlere kastımız vardır, onlara zarar vermek istiyoruzdur diyelim. Ama onda da İngiltere'ye giden uçağı değil de İngiltere'den kalkan uçağı havaya uçurmanın ne farkı var ben göremiyorum. Gerçi tabii uçakta değil havaalanında bomba patlatmak istiyor olabiliriz. Veya tabii korkuları diğer uçtaki kontrolün eksikliği değil de Londra'da yere indiğimizde transfer olacağımız uçağa giderken attığımız iki adımda kendimize bomba malzemesi edinmemiz olabilir. Hoş, o alan da onların kontrolünde ya, her neyse... Paranoyak düşüncelerin ipinin ucunun nereye gittiğini kestirmek, tahmin edebilmek imkansız, boş yere uğraşmayayım. Geçtik Londra transitteki dedektörden. Çantamda 100 ml'lik bir süt şişesi vardı. Elimden aldılar. “Kız için süt,” dedim. “Alamazsın.” “Peki neden?” Sonuçta aynı şişe ve aynı sütü Amerika'da geçirtmişlerdi. “Kaç yaşında?” diye sordu kadın. “3,” dedim gayriihtiyari. O gün 4 olmuştu aslında kız. Bilmem ne tür bir şişede ve 2 yaşına kadar olduğunu söyledi kadın. Sanki çocuklar iki yaşından sonra süt içmiyorlar! Her neyse... Zaten sütü dökecektim, istediğimden değil. “İki saat 4 derecenin üstünde buzdolabının dışında duran şeyleri atın” diyorlar. On saat olmuş. Kıza bozuk süt içirmeye hevesli değilim. Hatta uçakta ayağa kalkabilseydim tuvalette dökecektim ama kızı uyandırmayayım diye kalkamamıştım. Şişeyi kadına bırakıp yoluma devam ediyordum ki... Hop! Dur bir dakika... Önümde bir alet duruyor. Amerika'da sütü 30 saniyeliğine bir alete sokup vermişlerdi. İlk kez görmüştüm böyle bir şeyi. İşte önümdeki alet de Amerika'daki o aynı alete benziyor. Madem aynı alet onlarda da var, neden sütü sokup bakmıyor ve geçirmeme izin vermiyorlar diye kafama takıldı. Kafama bir soru takılınca, takılır; ben takılır kalırım. Geri döndüm. Yeniden sordum. “Neden sütü alamıyorum? Amerika'da bir alete sokup verdiler, oradaki de aynı alet değil mi?” Kadın sert bir şekilde “Alamazsın!” dedi. Yahu ben sana “Alabilir miyim?” diye mi sordum ki “Alamazsın” diyorsun? Almayayım zaten, isteyen yok. Sadece nedenini bilmek istiyorum. Meraktan. Kadın yine aynı şeyi tekrarladı. “Alamazsın.” Ben de aynı şeyi tekrarladım. “Almak istemiyorum zaten. Ama Amerika'daki aynı aletten sizde de var madem, neden süs diye duruyor da kullanmıyorsunuz? Amerika'da almışken neden burada alamıyorum?” Neyse ki orada oturan başka bir adam ne demeye çalıştığımı, sorumu anladı da cevap verdi. “Her yerin ayrı kuralları var. Kontroller uluslararası standardı olan bir şey değil. Ayrıca her yerin alarm seviyesi de zamana göre değişiklik gösterebiliyor. İngiltere şu an özel bir alarm durumunda değil ama biz her zaman sıkı tutuyoruz, o nedenle de izin vermiyoruz. Burada en güvenlikli yerde olduğunuzu söyleyebilirim.” Adama “Uçağımızın teknik bir arıza nedeni ile düşmeyeceğini veya hava koşulları nedeni ile yere çakılmadan Roma Havaalanına ineceğimizi de garanti ediyor musun?” diye sorasım geldi ama yapmadım tabii. Cevabını beğendiğim ve onayladığım söylenemez ama en azından istediğim cevabı almış, tatmin olmuştum. Zor biri miyim? Bana öyle gelmiyor. Ama standart biri olmadığıma, benim gibi insanlarla pek de sık karşılaşmadıklarına eminim. Ben sorularıma cevap isterim. Ne sorduysam ona. Ama sanırım insanlar sorulardan anlamıyor, soruyu soru olarak değil, sorgulamak olarak görüyorlar. Otoritelerine sorgu. Yalan da değil tabii, onu da sorguluyorum ama ilk başta sorguladığım mantıkları. Sen bana “Alamazsın” diye tepkisel bir cevap vereceğine, önce ne soruyorum diye sözcükleri dinlesen de sorulan sorunun kendisine cevap versen! Bu ilk değildi. Korkarım ki son da olmayacak. *** Geçen hafta pazarda... “6 avro,” yazıyor tabelada. Ayakkabılara göz atıyorum. İlgimi çektiğinden değil, zaten dünya kadar ayakkabım var. Sonra Lara için kar botları gördüm. Baktım 28 numara. Uygun fiyatlı şeyler bulduğumda alıyorum, nasıl olsa büyüyecek ve kullanacağı gün gelecek düşüncesiyle. Cüzdanımdan para çıkardım adama uzattım. Bozuk para vardı, tam olduğuna baksın diye “Okey?” diye sordum. “Çocuk ayakkabıları 10 avro,” dedi eliyle işaret ederek. Kafamı kaldırdım, bir yandaki tezgahta çocuk ayakkabıları varmış ve orada “10 avro” yazıyor. “Peki,” deyip verdiğim parayı geri aldım ki 10'luk çıkarıp vereyim. O sırada kendimi açıklamak için “Ama buradaydı,” dedim. “Hayır!” dedi adam sert bir şekilde. Sanki yalan söylüyormuşum gibi. “Ben buradan aldım,” dedim bunun üstüne. “Hayır!” diyor halen. “Ben buradan aldım!” dedim bu sefer daha da vurgulayarak. “Hayır!” diyor halen. “10 avro.” Yahu “10 avro değil” mi dedim ben sana? Öyle diyorsan öyle. 10 avro dediğin şeyi zorla 6 avro vererek alacak veya kutuyu alıp kalabalıktan sıyrılarak koşup kaçacak değilim! 6 sandığım bir şey için 10 demişsen 10'a almak isteyip istemediğimi düşünür, ona göre ya bırakır ya istediğini verir alırım. Nitekim alacağım da. “Okey” demişim ve cüzdanıma elimi atmışım. Neden illa bana yalancı muamelesi yapmak zorundasın? Sanki 4 avro cebimde kalsın diye seni dolandırmak için yalan söylüyorum! Neden daha mantıklı olan alternatif açıklamayı düşünmüyorsun? Bu kadar zor mu bunun bir yanlış anlaşma olduğunun açıklamasını yapmak? İnsanlar gelip gidiyor, insanlar bakmak için ellerine bir şey alıp sonra bir yere koyuyorlar. Birisi de yanlışlıkla öte tarafa dönüp bırakmış demek ki. Bu kadar basit. Sonunda ben dedim “Birisi bu tarafa koymuş olabilir ama ben buradan aldım” diye. O da yarım yamalak bir “Özür dilerim” dedi ve ben de parayı verip aldım ama o arada “Al başına çal” diye ayakkabıyı bırakmak da içimden geçti. Ama tabii böyle şeyleri kişisel alıp tepki göstermenin alemi yok. Ayrıca, seneye Antarktika gezimiz için tam uygun ayakkabıları aldım! Allah kısmet ederse... Kıssadan hisse: Önemli olan ne söylediğiniz değil, insanların ne duydukları. Bunu biliyorum. Maalesef öyle. Ama işte keşke insanlar kelimeleri doğru kullanmayı ve kelimeleri kendilerince yorumlayıp, insanların niyetleri hakkında kehanette bulunup çıkarımlara varmak yerine kelimelerin kendileri ile anlaşmayı, iletişmeyi öğrenseler. Aslında ben de yapıyorum bunları: Yorumluyorum, sonuçlar çıkarıyorum, söylediklerinden insanların karakterini çıkarıyorum. Sadece bunları yaparken karşımdakine mantık zincirimi anlatıyorum ki bir yanlışım varsa nerede nasıl farklı düşündüğümüz, rayların nerede yamuk gitmeye başladığı tespit edilebilsin. Henüz benimle bu düzeyde tartışacak birine rastlamadım. Tüm tartışmalar “Ben buna inanıyorum, bu doğru, sen yanlışsın” diye gidiyor sanki. Karşımızdakini dinleyip anlasak dahi bulunduğumuz noktadan bir adım atmıyoruz. (“Tüm o yazdıklarına rağmen, benim tüm o yazdıklarını net ve kesin anlamama rağmen düşüncemin değişmediğini bilmeni isterim,” diyen arkadaş gibi. Bakınız http://www.gulin.world/saygi-ustune.html ) Sanki karşımızdakinin de kendince haklı olduğu noktalar olduğunu kabul edersek oyunu “kaybedeceğiz.” Bizden farklı düşünen bir insanla tüm “sohbet”lerimiz her iki tarafın da futbol takımı tutar gibi kendi görüşüne tutunduğu, kişisel, duygusal bir boyutta kalıyor. Umarım ki insanoğlu bir gün bu defansif/saldırgan, iddiacı tutum noktasını aşar ve farklı görüşten insanlarla bir arada yaşayabilir. VEYA, diğer umudum o ki, bir gün dünyanın dört bir yanından benzer görüşlü insanlarla gruplar oluşturup o insanlarla bir “ülke” kuracağız. Böylece herkes uygun gördüğü şekilde yönetilebilir ve sonsuza dek mutlu yaşar. VEYA, mutlu olmazsanız, ait olduğunuz yeri bulana kadar grup, yani ülke değiştirebilirsiniz. Ondan sonra da sonsuza dek mutlu yaşarsınız. Bilim-Kurgu Senaryolar “Eğer böyle yaparsan kendini ıssız bir adada yalnız bulursun,” dedi kocam yukarıdaki son cümlelerimi okuduğunda. “Evet, aynen benim burada olduğum gibi,” dedim mutlulukla. “Issız bir adada değilim ama sevdiğim iki kişiyle dünyanın izole hoş bir köşesindeyim.” “Diğeri bir büyüsün de gör bakalım,” dedi. “Şimdiden sorun yaratıyor,” dedim. “Büyüdüğünü sanıyor. İleride daha anlaşmazlıklarımız olacağını biliyorum. Yine de... Onunla geçinebileceğimi sanıyorum ve umuyorum.” Carlo “farklı görüşten insanlarla bir arada yaşayabilir” demekle yazıyı hoş bir şekilde kapattığımı, gerisine gerek olmadığını söyledi. Sonsuza dek mutlu yaşamak neyin nesiydi? Aslında o kısım bir düşünce-deneyi idi. Okuyucunun, sırf benzer görüşlü insanlarla yaşamak mümkün olsa nasıl olurdu diye tahayyül etmesi için. Carlo bunun imkansız olduğunu iddia etti.: Birçok konuda anlaştığın insanlarla dahi farklı düşündüğün konular mutlaka olacaktı. Doğru, ama önemli olan “genel olarak” aynı düşünmek. Herkesin kendi oy verdiği parti tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünmüşümdür her zaman. Neden olmasın? Elbette ortak bir alan var ve o ortak alanla ne yapacağın sorunu var. Yine de... İnsanlar yönetilmek istedikleri kanunları kendileri “seçebilmeli.” Belki bir gün, “yöneticilerimiz” birkaç farklı “anayasa” yazar ve herkesin kendi seçimini yapmasına izin verir. Kişiye özel, terziye ısmarlama kanunlar. Elbette öldürme, yalan söyleme vs. hakkınız olmayacak. Yine de, bir özgürlük alanınız olacak. “Benzer görüşlü insanlarla nasıl ülke kurarsın? Eğer beğenmezsen kalkıp başka ülkeye gidemezsin,” diye itiraz etti kocam. “Neden olmasın?” dedim. “İnternet gruplarında yapabiliyorsun. Şu anda çok fazla grup var, ama zaman içinde onları demet yapıp, benzer grupları tek şemsiye altında toplarsın. Kaç tane? Diyelim ki... şu anda ülke sayısı kadar, yaklaşık 200 grup. Bütün bu insanları kitlesel bir taşınma ile aynı yere toplarsın ve voila!” Ama tabii insanlar bu sefer hangi grup nerede yaşayacak kavgasına düşecekler. “Neden liberaller/demokratlar/sağcılar vs. Afrika'da yaşayacakmış? Avrupa'da/Kuzey Amerika'da yaşamayı biz hakKediyoruz,” diyecekler. Bu tombala çekerek kolaylıkla halledilebilir. Yine de... O kadar insanı yeni bir yere taşıma fikri bana da çok gerçekçi gelmedi. Dolayısıyla başka senaryolar geliştirmek durumunda kaldım: Düşününce... Buna gerek dahi yok. Zaten hepimiz evimizde bilgisayarımızın, dizüstümüzün, akıllı telefonumuzun ve bir sonra ne gelecekse o aletin başında olacağız, yer değiştirmemize gerek yok. İnternet üzerinden yaptığımız alışverişleri bize ulaştırmak, yiyeceklerimizi yetiştirmek gibi işler yaptıkları için evlerinin dışında bir hayatı olan insanlara çeşitli imtiyaz ve muafiyetler tanınabilir. Ah tabii, seyahat etmek istediğinizde de sorun çıkacak. Eh... Gelecek yüzyılda seyahate de ihtiyaç kalmayacak. Duymadıysanız (!) Google Earth diye bir şey var. Tüm bunları sanal olarak yapacaksınız. Her deneyim sanal olarak yaşanacak, isteklerinize mükemmel uyan kendi seyahatinizi programlayabileceksiniz. Eğer sürpriz isterseniz, gezinizi sizin adınıza programlayacak bir tasarımcıya paslar ve yazılı bir karakterin hayatını yaşarsınız. Tamam. Bu kadar bilim-kurgu yeter sanırım benim için. Ey insanlar... Özellikle de yönetici kitle... Farklı görüşteki insanlarla birlikte yaşamayı, veya en azından kimsenin gözünü oymadan mesafe koymayı öğrenin! ![]() “Lisanssız rehberlik yapmak yasa dışıdır” yazan önlükleri ile meydana çıkmış rehberlerin fotoğrafını gördüm. Yine anarşist damarım kabardı! Ne olmuş yani?... Bir şeyi “Yasa dışı” argümanı ile savunmak aptallıktır! Bir şeyin karşısında olmayı “Yasa dışı” diyerek savunanlara hatırlatmak isterim ki... “Yasa dışı” olan şeyler zaman içinde değişir. İnsan yapımı kanunlar doğa kanunlarına benzemez. Taşa kazınmış veya insanüstü yüce bir otorite tarafından yazılmış değildir. Bir zamanlar yasal olan, bugün kabul etmeyi düşünemeyeceğimiz şeyler var; ve emin olabilirsiniz ki gelecek kuşaklar da bugün yasal olan birçok şeye dehşetle bakacaktır. Argümanlarınızı “Ah, bu yasa dışı” söylemine dayandırdığınızda otoriteye başvuruyorsunuz, çete gücü kullanıyorsunuz demektir. Oysa insan etkileşimleri gönüllülük esasına dayanmalıdır. Hükümetler şiddet tekelini arkalarındaki hukuktan alır. Ama kanunların da geçerli bir temele dayanması gerekir. Ve ben kimin rehber olarak çalışabileceğini kimin çalışamayacağını belirleyen bir kanunun makul bir gerekçesi olmadığını düşünüyorum. Bu insan ilişkilerine çok fazla müdahale etmek oluyor. Hükümetler her şeyi düzenlemek, hayatımızın her ufak detayında bizim adımıza kararlar verip seçimler yapmak zorunda değil! Sanırım söylemeye çalıştığınız bu işin kalite meselesi olduğu. Lisanslı rehberler tasdik edilmişler, dolayısıyla da daha iyiler. Tamam. İnsanların bunu bilmesini sağlayın, belli testleri geçmiş lisanslı rehberler olduğunu, öte yandan serbest çalışan lisanssız rehberler olduğunu bilsin insanlar; ama hangisini tercih edeceklerinin kararını da onlara bırakın. “Güç” kullanıp bir şeyleri dikte etmeyin, insanlara kendi adlarına karar verme ve seçme özgürlüğü tanıyın. Rehber tutan insanlar yetişkin. Eylemlerinin sonucuna katlanabilirler. (Lisanssız bir rehberin onları öldürecek hali yok! Yani öldürebilir elbette ama uç bir cinnet vakası olarak lisanslı bir rehber de bunu yapabilir. Bir şekilde insanları kandırıp soyacak öldürecek kötü niyetli kişiler her zaman çıkmıştır çıkacak da, illa rehber kılığında olması gerekmiyor. Zaten Sultanahmet Meydanı'na çıkmanızın sebebi de turistin can güvenliğinden endişelenmeniz değil; derdiniz işinizi başka birinin kapması, ekmek kapınızın kapanması. O da anlaşılır bir sebep ama sizin de kanun zoruyla başkasının ekmek kapısını kapamanız çözüm değil, hoş değil.) Rehber tutan insanlar yetişkin. Kendi kararlarını kendileri verebilirler. Eğer insanlar lisanssız bir rehberin hizmetlerinden memnun kalmazlarsa bir dahaki sefere lisanslısını tutarlar. Hükümetin kimin rehber olarak çalışabileceğini kimin çalışamayacağını dikte etmesi gerekiyor mu? Cidden? Niye kimin bir yabancı ile konuşabileceğini de dikte etmiyorlar? Hatta başlamışken, neden lisanslı tur rehberlerinin ne söyleyebileceğini, ne hakkında konuşup ne konuşamayacağını da dikte etmiyorlar? Gerçekten... Biraz kendinize gelin. Üzgünüm, lisanslar, belli grupların organizasyonunu yapan kurumlar adına para tırtıklamak için bir yol. Eğer bir kuruma ait olmak istiyorsanız, eğer iyi bir iş çıkardıklarına inanıyor ve onların bir parçası olmak istiyorsanız sorun yok. Ama eğer insanlar kurumsallaşmak istemiyorlarsa sırf belli bir mesleği icra etmek için onlara karşı zor kullanmayın. Gerçekten... Bu yanlış. (Hatta doktorluk, mimarlık, mühendislik gibi direkt insan hayatına mal olabilecek mesleklerde bile yanlış bana sorarsanız. Eğer bir alanda kendini kanıtlamış, bağımsız olarak da ayakta durabilecek insanlar varsa bir odaya, bir kuruma mecbur bırakılmamalılar. Mesela Şerif Yenen, Sedat Bornovalı, Saffet Emre Tonguç... Aklıma ilk gelen isimler. Bu kişiler kendilerini zaten yenilemiyorlar mıdır? Eğer senede iki kez İRO'nun düzenlediği seminerlere katılmazlarsa, senelik üye aidatlarını ödemezlerse eksik kalacaklar, turist gezdirmeye hakları olmayacak, öyle mi? Türkiye'nin, dünyanın en büyük mimarlarını, bir sürü büyük proje hayata geçirmiş mühendislerini düşünün. Frank Lloyd Wright, Frank Gehry, Antoni Gaudi... İlk aklıma gelenler. Dünya çapında tanınan doktorları düşünün. Hiç işim olmadığı için benim aklıma gelmiyor ama yelkenliyle dünya turu yaptığı için Haldun Karagöz'ü biliyorum mesela. Eğer benim veya bir sevdiğimin kalp ameliyatına ihtiyacı olsa gözüm kapalı giderim ona. Halen bir doktorlar birliğine üye olması gerekmiyor benim için. Aynı şey jinekoloğum Ramazan Mercan için de geçerli. Onun kadar eğitim almış, sertifikası olan birçok kişiye gittim daha önce. İstedikleri kadar sertifikaları olsun, bir daha gitmem. Bu işler güven meselesi. Yukarıda saydığım insanlar dış bir zorlama olmazsa günü takip etmeyecek ve mesleklerinde yetersiz mi kalacaklar? Veya insanlar onlara güvenmediği için iş mi alamayacaklar? İnsanlar bir odaya tabi olsun olmasın, yetersiz kaldıkları anda itibarları zedelenir zaten. Ayrıca ben kimse bir odaya üye olmasın demiyorum. -İsteyen bir odaya üye olabilir tabii, aidiyettir, vefadır, vefa borcudur, veya her ne ise.- Benim dediğim, sadece mecbur tutulmamalı insanlar.) Ha eğer birileri sahtekarlık yaparsa, eğer lisanssızken lisanslı imiş gibi davranırsa, kesinlikle onlarla savaşın, cezalandırın, parmaklıklar arkasına tıkın, her ne yapacaksanız yapın. Sizi sonuna kadar desteklerim. Sadece insanları lisans almaya zorlamak için güç kullanmayı onaylamamı beklemeyin. *** Lisanslar/Ehliyetler ne işe yarıyor? Bunu sorgulamaya Türk ehliyetimi İtalyan ehliyetine çevirme aşamasında “otorite”lerin önüme sürekli yeni bir engel çıkarması üzerine başladım. ( http://voluntaryist.com/wp/index.php/2015/11/04/zeynep-gulin-de-vincentiis/ ) Birisi bana ehliyetlerin ne işe yaradığını söyleyebilir mi??? “Güvenliğimizi sağlıyor” mu diyeceksiniz? “Demeden önce bir düşünün” derim. Ehliyetimi ilk aldığımda hemen trafiğe çıktım mı? Hayır. Çünkü doğru düzgün araba kullanamıyordum, ne yeterince tecrübem ne kendime güvenim vardı. Bir süre hep yanımda birileri ile kullandım. Neden sonra kullanabildiğime inandım, tek başıma yola çıkmaya başladım. Yollarda ehliyetsiz araba kullanan insanlar var mı? Evet, var. Ehliyeti olup içkili araba kullanan ve insan öldürenler var mı? Evet, var. Ehliyeti olan, içkili olmayan, ama acelesi olan, veya morali bozuk olan veya keyfi de yerinde olan ama bir dikkatsizlik anında kazaya sebep olup hasara yol açan ve insan öldürenler de var. Hepimiz bir gün bu konumda olabiliriz. Benim kaptan ehliyetim var. Yelken kullanabiliyor muyum? Hayır. Eşimin ehliyeti yok. Yelken kullanabiliyor mu? Evet. Benim ehliyetimi aldığım sıralarda test, şimdi yalan söylemiş olmayayım ama 20 çoktan seçmeli soru idi. 50 olsa da çok bir şey fark edeceğinden değil ya... Çok basit ve temel sorular. Bu yetmezmiş gibi, kopya çekmediğinizi garanti etmek durumunda olan görevliler cevaplarınıza bakıp yanlış yaptıysanız düzeltiyorlardı. Türkiye Avrupa Birliği'ne girecek diye belli sayıda bir insanın yelken ehliyetine sahip olması gerektiği için böyle olduğuna dair bir söylenti duymuştum. Şimdi, bu doğrudur diye iddia etmeyeceğim ama iş böyle hükümet düzenlemelerine geldiğinde bu tarz şeylerin çok sıradan ve “doğal” olduğunu hepimiz biliyoruz. Benzer bir şekilde... Kötü ve dolandırıcı lisanslı rehberler var mı? Eminim vardır. Bir turistin her ihtiyacına karşılık verecek iyi lisanssız rehberler var mı? Eminim vardır. Ayrıca, insanların her sene bu lisansları yenilemeleri gerekiyor. Yani bir sene yeterliydiniz de bir sonraki sene, eğer har(a)cınızı ödemezseniz yetersiz olacaksınız, öyle mi? O nedenle lütfen... Lütfen devletin kirli ellerini gerekmediği her insan ilişki ve etkileşiminden uzak tutunuz. İnsanlara yetişkin ve sorumluluk sahibi bireyler olarak muamele edin; toplumu, her tür problemi için suçlamak veya her tür problemini çözmesi için hükümete ihtiyacı olan aptallar topluluğuna çevirmeyiniz. Not: Şimdi diyebilirsiniz ki "Biz de her şey için suçlanmayı sevmiyoruz ama insanlara her tür problemini çözmesi için hükümete ihtiyacı olan aptallar muamelesi yapmamız gerekiyor, çünkü öyleler!" Yine de... Tutun kendinizi canlarım ciğerlerim, insanlara safi aptal muamelesi yapmaktan kaçının; onlara sorumluluk verin ki büyümek için fırsatları olsun! * Lisanlı lisanssız tüm rehberlerin günü kutlu olsun. Bunları da böyle yazdım ama belki, belki değil kesin bilmediğim şeyler vardır. İçeriden bana nerede yanlış düşündüğümü gösterecek varsa yazdıklarımı güncellemeye açığım. Bu yazının ikinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz. |
|