Uzun zaman olmuştu, Yılmaz Özdil yoktu hayatımda. Kendisi en uyuz olduğum, çok rezil ve kepaze bir adam. Korkunç bir gazeteci. Onun üstüne “Bana Yılmaz Özdil Demeyin” diye uzun bir seri yazım var, o derece yani. Aslında onları “Debunking Özdil” diye bir kitapta toplasam satar mı bilmem. Sonuçta çok popüler biri ama eleştirenleri de var. Ben de onlardan nemalanabilir miyim dersiniz?
Bir arkadaş gönderdiği için okudum ama cidden "bundan sonra kim gönderirse göndersin, üstüne para almadan Özdil yazısı okumayacağım" diye yemin edeceğim sanırım artık. Konu bu sefer Ayçiçeği Yazı çok güzel elbette. Adam da boş adam değil, bilgili ve iyi de yazıyor. Ama işte aynen de bunun için çok tehlikeli. Çünkü bilimsel ve inandırıcı yazdığı için insanlara bir sürü yalan yanlış düşünceyi çok güzel satıyor. İnsanlar da, üstelik okumuş etmiş, kafası çalışan kesim de yutuyor bu adamın safsatalarını. Yazdığı hiçbir yazıda bir tek referans yok. Atıyor tutuyor bir rakamlar, şu şöyle diye iddia ediyor. Ve öyle bir otoriter ve bilgili şekilde yazıyor ki kimse sorgulamıyor bile. Tayyip düşmanlığı ve nefreti üzerine kurmuş kariyerini, iyi de nemalanıyor. Ne de olsa Tayyip düşmanı çok. Üstelik de, dediğim gibi eğitimli kültürlü bir kesim. Parası olan, onun kitaplarını alıp ona para kazandıracak da bir kesim. Dedim ya, okuduğunda çok güzel okunuyor. Yalın bir dille, basit, kısa cümlelerle yazıyor. Bilgi de veriyor. Ama tamamen yanlı, tamamen kötü bir gazetecilik onunki. Bir de korku üzerinden prim yapıyor, o da en bozulduğum kötü taraflarından biri adamın. Felaket tellallığı yaparak kendine prim yapıyor ve korkudan besleniyor. Nitekim aman bakın ben taa ne zaman dedim, bulamayacaksınız, raflar boş kalacak, aç kalacaksınız diye tellallık yapıyor burada da. Sonra iddia ediyor ki “Dünyada en çok ayçiçek yağı ithal eden ülke, Türkiye!” Ardından da alay ediyor, aşağılama politikası uyguluyor. “Anadolu'da yürürken çitlediğin çekirdeği yanlışlıkla elinden düşür, topraktan ayçiçeği fışkırır... Ama biz, ithal ediyoruz.” Sonra daha da pekiştirmek için bir kez daha yineliyor. “Hem de dünya ithalat lideriyiz” diye. Ardından da vermiş bir rakamlar. “Bütün dünyadaki ham ayçiçeği yağı ithalatının yüzde 37'sini tek başına Türkiye gerçekleştiriyor.” “AB üyesi 28 ülkenin toplam ham ayçiçeği yağı ithalatı bile Türkiye'nin ithalatı kadar etmiyor. Bütün Avrupa'nın neredeyse iki misli ayçiçeği ithal ediyoruz.” Şimdi... Dedim ya, kendi hiçbir zaman referans vermediğinden kendim bir kontrol edeyim dedim. “sunflower oil import” yazdım Duckduckgo'ya. Karşıma şu çıktı: “Top Importing Countries of Sunflower Oil” ülkeler listesi var. İthalatta dünya birincisi % 23,6 ile Hindistan. Ardından % 11,6 ile Çin var. Üçüncü % 6,1 ile İran. Ardından % 6 ile İtalya, İspanya geliyor, Türkiye % 5,3 ile altıncı sırada. Bu rakamları veren global ticaret datası toplayan tarafsız bir kurum. Hadi eski senedir filan diyebilirsiniz, orada da beş misli artış yaparak Hindistan'ı aşmış olmamız pek mümkün değil bana sorarsanız iki-üç senede. Artı, referansın nerede senin adam?? Niye kimse sormuyor ona bu soruyu? Adamın bu şekilde kafadan atması çok büyük ofsayt bir kere. Arama listesinde bir de “World's Leading Producers of Sunflower Oil” vardı. Dünyanın en çok ayçiçek yağı üreten ülkeleri. Bir de ona bakayım dedim. Sürpriz sürpriz. “5 Top Countries” listesi var. Kim bu ülkeler? Rusya, Ukrayna, Arjantin, Fransa veeeee... Sıkı durun... Türkiye! En çok ayçiçek yağı üretenler arasında 5. sırada. Bunları ben beş dakika araştırarak buldum. Ama tabii kimse o beş dakikayı harcamaya bile zahmet etmiyor. Zaten insanlar ön yargılarını onaylamak için okuyorlar. Eh bulmuşlar Özdil gibi buna çok güzel çanak tutan ve iyi de yazan birini, niye sorgulasınlar ki? “World's Leading Producers” listesinde Türkiye'nin altında bir açıklama da var. Diyor ki: “Due to huge demands for the oil, the country also imports sunflower seed from other countries. After processing the seeds, it exports processed oil and margarine to other countries.” Yani çok talep olduğu için Türkiye ayçiçek çekirdeği ithal ediyor ama sonra bunları işleyip yurt dışına satıyor. Özdil'in en kötü taraflarından biri de bu zaten. Her şeyi çok basite indirgiyor. Kompleks konularda bir noktayı ele alıp kesin bir sonuca varıyor. Zaten çıkaracağı sonuç taa başından belli her zaman. Tayyip ve yönetim tu-kaka, yaptıkları her şey yanlış. Kendisi ise aklın ve çözümün timsali! Kısaca... Özdil'in söylediklerini her zaman “take it with a grain of salt” bir tutam tuzla almak lazım, yani hep ihtiyatlı yaklaşacaksın. İtalya ile ilgili de bir yazı yazmıştı. Onda da bir sürü yanlış bilgi doluydu. Ama dedim ya, öyle bir otorite ile konuşuyor ki, inanmak işten bile değil. Ve zaten işin içinde değilsen bilmiyorsun. Ben İtalya'da yaşamasam nasıl yalanlayacağım adamın dediklerini? Bir de Fibonacci sayısına bağlamış yazısını. Sonuç çıkarırken “Fibonacci serisi hiç şaşmaz” diyor. “Hayatın matematiğidir.” Sonra da felakete hazır olmaya çağırıyor. Açıkça diyor. “... Felakete hazır olun.” En sevmediğim şeydir bu felaket tellallığı. Ha, Türkiye'de ayçiçek yağının fiyatı artmış olabilir. Tayyip'in politikaları da yanlış olabilir. Ama Yozdil'in yazılarının korkunçluğunu değiştirmez hiçbir şey. O her daim baki. Yozdil'in kendisi de korkunç bir adam. Kusura bakmasın hiç kimse. Bir daha asla okumayacağımdır. Velev ki biri onun yazılarını okuyup böyle eleştiri yazısı yazmam için para versin. Ancak o zaman. Zamanımı bu adamın safsatalarını okumak ve abukluklarını düzeltmek için harcayamam. 500 TL'den aşağısı kurtarmaz ;)
0 Comments
5 Ocak akşamı duydum haberi. "Boğaziçi’nden haberin var, değil mi?" diye soruyordu arkadaş.
"Yooo," dedim. "Ne haberi? Hayırdır." "Tayyip rektör olarak BÜ ile ilgisi olmayan ve geçmişte AKP’den milletvekili adayı olmuş birini atadı. İki gündür kıyamet kopuyor." Bir anda şok oldum. İnanılmaz geldi. "Cddi mi??!! vay canına!" dedim. "Peki sebep filan var mı? Bir açıklama var mı?" Arkadaş birkaç yazı gönderdi "kayyım protestosu" ile ilgili. Bir yandan okumaya başladım, bir yandan da arkadaşa sordum: "Başka üniversite var mı böyle rektör atanan?" "Dandiklere var da büyüklere cesaret edememişlerdi," diye cevapladı arkadaş. "Gerçi seçilen rektörleri de pek sevmezdim zamanında ama tabii dışarıdan biri atanması kabul edilemez," dedim. Bu arada saat iyice geç olmuştu, sadece arkadaşın gönderdiklerine baktım, detaylı okuyamadım. Yatağa girdim. Tepki duymuştum ilk başta; yattığımda ise düşündüm... Yahu bu yazıların hiçbirinde bu adam kimdir, neyin nesidir ona dair bir şey yok. Yani bu pozisyona uygun özellikleri var mı yoksa "uzaylılar yapmış" gibi bir şey söyleyen abuk bir deprem profu vardı, onun gibi kepaze biri mi diye düşündüm. Sabah adamın CV'sine baktım, hiç de boş bir adam gibi durmuyordu doğrusu. Artı, Boğaziçinden master ve doktorası var, daha önce rektörlükleri var. Açıkçası Gülay Barbarosoğlu'nun düştüğü durumun çok daha protesto hak eden bir durum olduğunu düşünüyorum. Orada ise Mezunlar Derneği aynen gidene ağam gelene paşam demiş. Gerçi orada da bilmediğim dinamikler olabilir. Ama küstürülmüş, yalnız bırakılmış biri ile empati kuruyorum ben yakından. Bu arada Cüneyt Özdemir'deki Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Fakültesi Bölüm Başkanı Ünal Zenginobuz'u dinlerken aklıma geldi. Boğaziçi'nde Boğaziçi'nden mezun olmuş, master ve doktora yapmış kişileri öğretim üyeliğine almıyorlar. Gelenek öyle. Diyorlar ki “Git başka bir kurum da gör, ondan sonra gel buraya, verebileceğin artı bir şey olsun.” Çok da mantıksız değil aslında. Biz konuşurduk aramızda. “Kendi mezun ettiğin kişiyi yeterli görmüyorsun” demek de oluyor aslında bir anlamda. Her neyse... Diyeceğim o ki... Aynı mantık, gayet güzel olarak rektör için de geçerli olabilir, neden olmasın ki? Üniversite dışından gelen biri yeni bir şeyler getirebilir. Adamı da dinledim. “İlk 100'e sokarım” diye de çok iddialı. Ne güzel işte. Sen adama karşıysan bile bir fırsat ver yahu... Ha, yapamazsa ardından eleştirirsin, sana fırsat. Ama daha yeni atanmış, eleştirecek bir şey yapmamış, özgeçmişi de boş, oraya yakışmayan, hak etmeyen bir adam izlenimi vermiyor. Ha, bir intihal konusu var ama açıkçası eğer kaynağı yazmışsa çok da suç diye göremiyorum sanırım ben. Tabii detaylarını bilemem, belki gerçekten kabul edilemez bir şeydir, olabilir. Yine de bu protestolar bana çok abes geliyor. Gerçekten provokasyon gibi. Hele ki öğrenciler... Öğretim üyelerini anladım bir dereceye kadar da... Öğrencilere ne oluyor?? Rektörün kim olduğu seni ne etkiledi öğrencilik hayatın boyunca?? Açıkçası beni hiç etkilemedi, rektör kimmiş, ne zaman değişmiş, eskisi gitmiş yenisi gelmiş de ne olmuş hiç ruhum bile duymadı. O derece yani... Bilerek İsteyerek... Arkadaş dedi ki: "Açıkçası ben bu atamanın tepki görmesi için özellikle yapıldığını düşünüyorum. Tayyip ve ekibinin standart taktiği. Ne zaman tartışılacak ciddi bir problem olsa (Bu dönem ekonomik sonuçların açıklanıp, zamların vb yapıldığı dönem ve açıklanan enflasyon ve asgari ücret tepki yarattı) ortaya böyle tuhaf bir gündem çıkartıp işi soğutuyorlar. Bu defa beklemedikleri bir tepki oldu ve çok büyüyor." "Bilemem," dedim. Olabilir tabii. Ama ben kimseye kesin emin olmadığım sürece niyet atfetmiyorum. Ayrıca bu derece olay cidden abes. Yani bana göre. Yok öğrenciler Metallica dinlediğini söyleyen rektörü bir şarkı ile istifaya çağırmışlar falan filan... Keşke Boğaziçi Üniversitesi rektör atamasında çıkarılan yaygara başka önemli konularda çıkarılsa... Neyse, ne diyeyim, herkes kendinden sorumlu. Fakat artık ben biliyorum ki benim yanlış ve özellikle protesto edilmesi gerekli gördüğüm şeyleri çoğunluk öyle görmüyor, çoğunluğun protestosunu da ben anlamlı bulmuyorum. Yapacak bir şey yok. Taraflılık ve Gündem Ben yıllarca bas bas bağırdım: “Neden havaalanlarında güvenlik aramaları var da otobüslerde yok?” diye. Sorun havada ölmek mi? Yerde ölürsek önemli değil mi? Uçaklar bir yerden toplu yolcu alıp sonra bir noktada indirdiklerinden kolay aranabildikleri için mi yoksa? Ne de olsa her durakta yolcu indirip bindiren otobüslerde nasıl güvenlik araması yapacaksın? Artı, neden check-in'den sonra? Bizim gibi havaalanının girişinde ayrı kontrol yapan ülke yok değil ama çok az. Amerika'da yok, İngilitere'de yok. Dolayısıyla birileri istese, kalabalık bir dönemde havaalanı girişinde bomba patlatıp binlerce insan öldürebilir. Ama ne... 11 Eylül oldu, salak bir knee-jerk reaction ile sıvılar yasaklandı ve hepimiz, havaalanı kutsal topraklarına ayak basmaya kalktığımızda suçlu muamelesi görüyoruz. Yirmi sene oldu, durum iyileşmiyor, tam tersine herkesçe kanıksandı. Millet öyle doğal görüyor ki havaalanı aramalarını ve kendinin korunması için sanıyor. Her dünya ülkesine giden gezginlere “Neden havaalanlarında güvenlik aramaları var da otobüslerde yok? Sorun havada ölmek mi? Yerde ölürsek önemli değil mi?” diye sorduğumda bir an şaşalıyor ve cevap veremiyorlar ama sonra normal hayatlarına aynen devam ediyorlar. Bize dünya paraya mal olan, kendi paramızla taciz edildiğimiz, tüm dünya çapında bu abesliğe karşı kimse bana destek çıkmıyor. Kimse buna aldırmıyor ama Türkiye'de bu gibi bir şey oldu mu bir sürü destekçisi var, bir sürü like alıyor, herkes paylaşıyor. Niye? Ben niyesini de çözdüm. Çünkü taraf olmak lazım, taraftarlık yaptığında yalnız kalmıyorsun. TR'de de bir nefret öznesi var, Erdoğan, yeter ki ona taş atacak birşey olsun. Bir ara Quora'da İsrail-Filistin konusuna ilişkin yorumları okumuştum. Okuyorum okuyorum, sonra alttaki “like”lara bakıyorum. Birkaç tane “Bak çok güzel demiş” dediğim şeyin beğenisine baktım ki öylesine düşük. Sonra yüzlece like alanlara baktım. Kimisi İsrail'i övüyor, kimisi Filistin'i tutuyor. İşte o an fark ettimdi. İnsanların “like”ları tamamen kimin tarafında olduklarına bağlı. Objektif, iki tarafın da yanlışlarını ve doğrularını söyleyen postlar ise prim yapmıyor. Naparsınız dünya böyle! Türkiye'den ayrıldığım dönemlerdeydi. Arada Hakan Günday adı kulağıma çalınıyordu. Açıkçası yazdığı tür pek ilgimi çekmiyor. Gerçi ben de onun gibi kitapları türlere göre etiketlemenin pek de anlamlı olmadığını düşünüyorum, önemli olanın tür değil yazım tarzı olduğunu da bilirim. Yeter ki iyi yazılmış olsun... Konusunu duyunca hiç ilginizi çekmeyen bir film veya roman elinize alınca çok sürükleyici olabilir. Yine de ben uzun zamandan beridir kurgu okuyamıyorum. Her neyse... Yıllar içnde arada Hakan Günday adını duymaya devam ettim ama zaten Türkiye'ye geliş sıklığım da azaldıkça kitapçılarda geçirdiğim vakit de neredeyse sıfırlandı. Fakat geçenlerde “Şahsiyet”i izledik. Bana öyle derin bir yerden dokundu ki anlatamam... İçimde birçok şeyi ortaya çıkardı. Bastırıyor değildim ama yine de taşıverdiler bir anda. Öncelikle “orospu” konusu... Şahsiyet bittiğinde kocama dönüp “Bir kadını orospu diye etiketlemek o kadar yaygın ki, sadece küçük kasaba değil ki,” dedim. “Benim annem bile, İstanbul'da büyümüş, üniversite mezunu kadın, bana orospu demişliği var.” Şimdi detaya girip aile sırları ifşa etmeyeyim ama kardeşimin yaptığı çok büyük bir yanlış sonucu boşanmış anne-babamın sokak ortasında yaşanan büyük mahalle kavgasına dayanamadığımdan yürüyüş mesafesi okuluma “kaçmıştım”. Sıradan bir okulda olmaz tabii ama Robert Kolejde lojmanlar vardı; bekçilere yakalanınca bir öğretmenimizle konuşmuşlar, geceyi onun evinde geçirmiştim. Bunu söylemek bile abes ama evli ve çocuklu bir öğretmenden bahsediyoruz burada. 16 yaşında eline erkek eli değmemiş bir genç kızdım annem beni “orospu” diye etiketlediğinde. Hiç kendilerine bakmamış, “Bizim kavgalarımız bu kızı nasıl etkiliyor?” diye bir kez düşünmemişlerdi. Erkek kardeşimin yaptığı unutuldu, olan bana oldu. Dedim ya, bende çok derin bir yaraya dokundu Şahsiyet. Yani kızlara tecavüzün ötesinde, mentalite açısından... Herkesin bilip susması açısından. Şöyle ki, ailede ben günah keçisiyim, akıl almaz psikolojik şiddet uygulandı. Bunu herkesin ortasında yüzlerine vurduğumda ise, yine herkesin ortasında açıkça duygusal taciz edildim ve annem, kardeşim, en yakınım diye baktığım insanlar sus pus seyirci kaldılar. Hatta daha da kötüsünü yapıp onlar da duygusal tacize katıldılar. Ciddi travmatik olaylar söz konusu. Kırk yaşımda tamamen sağlıklı doğurduğum bebeğimi ertesi gün kaybetmemde seçtiğimiz hastane yüzünden bizi suçlayan, “köylülük” diye saldıran (ki Roma'da en büyük ve en fazla doğum yapılan yere diyor bunu!), insanlık dışı bir şekilde “Bedenimi üniversiteye bağışladım, belki kesimime gelmek istersin” diyen teyzem, bana orospu dışında “pezevenk” de diyen, “gerizekalı, manyak” diyen, ve hiçbir şekilde pişmanlık duymadan pişkin pişkin “Ne yaptım ki?” diyen anneme karşı erkek kardeşim tek kelime etmedi. Daha önce de yalvardımdı ona “Annemin bana yaptıklarına bir şey söyle, onu doktora götür, dayanamıyorum” diye. Hatta bir keresinde anneme “Eğer bu hayatı bana sen verdin diye hayatım senin diye görüyorsan ve istediğim gibi yaşayamayacaksam söyle, gözümü kırpmadan son veririm ona” demiştim. Hiç oralı olmadılar. Çok acı ama kardeşimin ve annemin suskunluğunun, teyzemin tarafında durup bana saldırmalarının para kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Evlenmemiş teyzemde para bol ve etrafında insan satın almak için kullanıyor. İş o raddeye vardı ki teyzem hem benim hem kocamın yalan söylediğini iddia etti ısrarla, sırf kendi yanlış hatırlıyor olabileceğini kendine yediremediği için. Bir çocuk kaybetmiş ben, bir anne, kızım üstüne yemin ettim. Kadın halen ısrar etti “Ben kendime inanıyorum, siz yalancısınız*” diye! Düşünemiyorum böyle bir “sapıklığı” demek zorundayım. Psikopatlık mıdır narsistlik midir nedir bilemiyorum uzman değilim ama hastalıklı oldukları kesin... Çünkü gerçekten ötesi yok. Yok yani. Normal bir insan böyle bir yemin duyduğunda donar kalır, “Ya ben öyle düşünüyordum ama yanılıyorum demek ki” filan der. Donar kalır cidden. Yanılıyor muyum? Ama halen teyzem haklı, annem haklı, ben suçluyum. * Aslında "yalancısınız" demedi, şimdi doğruya doğru. "Belki paylaşmak istememişsinizdir" diyerek yücegönüllülük gösterdi ve bizi hoşgördü (!) Ve benim de kocamın da o sorduğunda doğru olmayan bir cevap verdiğimizde ısrar da ısrar etti. "Yalan söylediniz" demek değildir tabii bu (!) Kızım öldüğünde yanıma gelmedikleri için bile ben suçlu oldum! “Hayatımın en kötü günlerinde yanımda olmayan aileye aile mi diyeceğim ben?” diye sorduğumda “Gelme dedin” dediler. Sorulur tabii “Geleyim mi?” diye böyle bir durumda. Soruyorlarsa belli ki gelmeyin dememi bekledikleri için soruyorlar. Hani gelemeyecekleri dünyanın ucunda değilim, imkanları da gani. Kardeşim de sürekli beni suçladı, bana saldırdı, bir sürü hakaret etti. Babam aile mirasından dükkanları satmış da bunun için bile ben suçlandım, kardeşimin el kadar çocuklarına zarar veriyor oldum! Benimle alakası bile olmayan, haberim dahi olmayan şeylerde bu kadar ağır ithamlarda bulunmaktan hiç rahatsız olmuyorlar. Babam uçkuru peşinde kadınlarına mı içkisine mi köpeklerine mi neyine yetiştiremediyse dünya kira geliri ve emekli maaşı içinde ona laf yok, Gülin suçlu hep! İşte “Şahsiyet”, alakasız gibi görünebilir belki ama bir kadın olarak benim bu yaralarıma dokundu. Şahsiyet'i bir arkadaşın tavsiyesi ile “Breaking Bad” seyrettikten sonra IMDB'de bakarken öneriler arasında denk gelmiş, yüksek puanını görünce konusuna hiç bakmadan seyredilecekler arasına almıştım. Nedense kitapta okumadığım şeylerin filmlerini izliyorum. Belki yazıyı artık daha çok hayatın sorunları ile bağdaştırıyor, onları çözmek, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek ve de felsefik, politik, psikolojik irdelemeler yapma aracı olarak görüyorum, filmler ise hayattan “kaçış” ortamı daha çok. Hakan Günday “Şahsiyet”in bazı yerlerini daha farklı yapabileceğini düşündüğünü söylemiş. Sonradan baktığında yanlışlar bulmak, "Niye böyle yapmadım?" demek doğal tabii. Yine de açıkçası ben "Breaking Bad'den "bile" çok daha başarılı olduğunu düşündüm şahsen. Yani onda heyecan daha dorukta tutuluyor belki sürekli ve daha üstün olabilir yapım olarak ama “Breaking Bad” kanımca sadece action filmdi, onu da tarzım olmamasına rağmen ilgi ile seyretsem de bittiğinde hiçbir mesajının ve anlamının olmadığını düşünmüştüm. Veya hiçbir demeyeyim de pek bir... Tamam, koşullar her insanı normalde yapmayacağı şeylere sürükleyebilir. O kadar. “Şahsiyet'te ise benim tercih ettiğim felsefik sorgulamalar, psikolojik analizler var; çok derinine inmese de güzel noktalara değiniyor. Unutmak, hatırlamak, saklamak, susmak üstüne, kadınlar, tecavüz, suçluluk üstüne, adalet nedir gibi. Düşündürüyor ve belki de cevapları olmayan sorular soruyor. Artı, “Breaking Bad” ciddi bir kadronun ürünü. Her bölümü farklı insanlar yazıyor yönetiyor. “Şahsiyet” ise tek bir yazardan çıkma. Bu açıdan da “Breaking Bad”den çok daha etkileyici. Kendim de bir “yazar” olarak bazı şeyleri okur veya seyrederken “Bunları nasıl akıl edip düşünmüşler? Nasıl bir hayat yaşıyor bu insanlar, zihinlerinin dehlizlerinde neler dönüyor?” diye sorgularım. Böyle baktığımda, “Şahsiyet” çok daha üstün “Breaking Bad”den. Ben hiç görsel bir insan olmasam da (o derece ki ““Atlas”ın son on yılın en iyi fotoğrafları sayısı elimdeyken herkesin aksine fotoğraflara bakmadan alt yazıları okuyup sayfaları çevirirken buldum kendimi!) Şahsiyet'in yönetmeni Onur Saylak'a selam olsun. Birçok karede “Hmm... İlginç bir çekim” diye düşündürttüğü, dekor olsun, manzara olsun, keyif veren ve “Bunu nasıl düşünmüşler?” diye sorgulatan görseller sunduğu için. Jeneriği de ayrıca süper. Tasarımı Ethem Cem ve Enes Özenbaş'a, müziği Sertaç Özgümüş ve Güntaç Özdemir'e aitmiş. Tabii sanat yönetmeni, görüntü yönetmeni ve diğer adı pek bilinmeyen, duyulmayan arka plandaki tüm ekibe de selamlar olsun. Burada Reyhan "Sus" işareti yapıyor ama lütfen, lütfen... Fiziksel veya duygusal olsun, şiddete karşı sessiz kalmayın. #SusMA. Kızlarımızın kadınlarımızın kolları kanatları kırılmasın. Dağlar Kızı Reyhan hep aynı coşku ve neşeyle dolaşsın saçlarını rüzgarda uçurarak...
İlk “Tecavüz Meşrulaştırılamaz” ile başladı. Gelen mesajlara baktıkça inanamadım. Gerçekten Türkiye'de bu kadar kötü şeyler mi oluyordu? Türkiye gerçekten karanlık çağlara mı dönüyordu? Ben uzaktayken görmediğim, bilmediğim neler, ne kötü şeyler oluyordu memleketimde? Sonra araştırdım ve işin aslını keşfettim. Kanun teklifini buldum. Bakın ne yazıyor orada? “cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda...” “cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda...” “cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda...” Bu tecavüzü mü tanımlıyor sizce? Gerçekte tecavüz olmayan ama yaşları küçük diye kanunun tecavüz saydığı olaylardan bahsediyorlar burada. 17 yaşında iki genç seviştiğinde bunu yasa dışı yapan bir kanunun kaldırılmasından. Birileri sevmiş, aile kurmuş; devlet kocasını hapse atıyor 18'den küçük diye. Kadının hayatı zorlaşıyor, bir sürü dert yaşıyor. Devlet buna çare bulmak için “cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçunda” HAGB (Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması*) getirmeye kalkıyor, vay efendim sen misin bunu diyen, sen tecavüzü meşrulaştırıyorsun! “Tecavüzcüsü ile evlendiriliyor” diye haykırıyor kadınlar. Yahu tecavüz tanımınız ne sizin? 17 yaşında bir kız gönlü olduğu biri ile sevişmişse bunu tecavüz diye etiketleyip hapse atmayı doğal mı buluyorsunuz?? Siz hiç 13-17 yaşında olmadınız mı? Kadın olarak hiçbir cinsel isteğiniz olmadı mı? Ha bastırdınız, aferin size. Siz bastırdığınız için bastırmayıp o yaşta cinselliğini yaşayanların hayatını zehir mi etmemiz gerekiyor? Bizden, modern şehirli görüşünden başka tür yaşam tarzları olanlara hayatı dar mı etmemiz gerekiyor? Konu bu kadar basit değil elbette. Ama bunu Legitimizing Rape ve Bana Yılmaz Özdil Demeyin yazılarımda iyice detaylı inceledim, burada tekrar etmeyeceğim. Cidden benim Türkiye'de korktuğum ve rahatsız olduğum bu kamplaşma. Bu, akıllı kültürlü, kafası çalışan diye baktığım güvendiğim insanların bile taraftar şekilde yaklaşımı. Yapmayın, hükümeti sürekli, gerekli gereksiz yere suçlamayın. * “Bu HAGB de neyin nesi?” diyecek olursanız... 5 seneden az ceza almışsa, ve daha önce sabıkası yoksa, bunu erteliyorlar. Beş sene içinde bir hüküm daha alırsa eskilerini de yatmak zorunda. Tek bulaşıcı hastalık Covid mi? Bütün bu tweetleri gönderenlerin, bu söylemleri savunanların, kafası çalıştığına güvendiğim insanlar olmaları beni daha da endişelendiriyor. Yani en endişelendirici konu bu benim gözümde. Şimdi... Düşündüm... Hukukçu değilim ama merakım ve ilgim olduğundan ceza kanununu okumuşluğum var. “Kanal İstanbul'a karşı olmak” gibi bir ceza maddesi yok elbette Türk Ceza Kanununda. Ne gibi bir maddeye bağlanmış olabilir düşünemedim de... Yani sonuçta bir kanun maddesine gönderme olması lazım. Başladım link'in altındaki tweet'leri okumaya. Bunu okuyorsun okuyorsun. Herkes bu davayla dalga geçiyor, İmamoğlu'nu savunuyor. Sonra bir yerde bir tweet gözüne takılıyor, demekte ki “Kanal İstanbul karşıtı olduğu için, bu düşüncesini ifade ettiği için dava açılmadı. Bu düşüncesinin propagandasını devlet kaynaklarını kullanarak yaptığı için açıldı.” Haaa diyorsun o zaman! Şimdi işin rengi anlaşıldı. Haber şu:
"Bir garip hakaret davası: Ender İmrek, Emine Erdoğan’a yönelttiği “Hermes çanta” eleştirisi nedeniyle hâkim karşısında" “Yaa yapma be...” dedim arkadaşa. “Cidden o kadar abuk olamaz! Hani dava dosyası filan var mı ortada? Bunların halka açık olması lazım. Eğer cidden böyle bir sebeple dava açılmışsa ben de sizin gibi tepki gösteririm ama açıkçası bana inandırıcı gelmiyor.” Yahu kanun maddelerinin hiçbirinde "güzel vasıf atfetmeyerek hakaret etmek" gibi bir şey yok! Hangi kaynaktan bu?? Böyle bir abuk iddiada bulunan kaynak güvenilir değildir. Veya... Olabilir de aslında... Yani abuk bir savcı öyle abuk bir iddianame hazırlamış da olabilir. Ama bu ciddiye alınıp dava açılmaz. Ha, eğer açılmışsa, kanımca içinde mantıklı bir suçlama da mevcuttur. Ha, eğer mevcut değilse de, dava düşer. Gerçekten... Henüz Muz Cumhuriyeti olduğumuzu gösteren somut bir şey duymadım ben. Belki bir gün oluruz, belki bir gün Türkiye oraya doğru gider. Ama açıkçası, ben İtalya'nın Muz Cumhuriyeti olma yarışında Türkiye'nin kat kat önünde gittiğini görüyorum. O nedenle de çok endişelendirmiyor beni Türkiye'nin hali. Ama tabii belki yanılıyorumdur... “İddianameyi bulurum da,” dedi arkadaş. Ama bulmadı, ben de şöyle bir baktım ama hiçbir yerde görmedim. Hiçbir yerde kaynaklı, orijinal kaynak paylaşılarak bir iddia görmedim, görmüyorum ben. Varsa yoksa suçlayıcı iddialar. Taraftar dünyasında zaten daha fazlasına gerek yok. Şahsen ben ne yazıyorsam birilerine karşı aynen ekran görüntüleri ile, karşı tarafın aynı söylemleri ile veriyorum. Kendi aleyhime olacak şeyler de dahil, tüm dökümü paylaşıyorum. Paylaşıyorum ki okuyan baksın, kendi değerlendirsin, kendi yargılarına varsın. Oysa insanlar hep kendi taraflarından haklı olacak, kendilerini haklı diğer tarafı haksız gösterecek şeyleri paylaşıyor, karşı tarafın haklı olabileceği detaylara asla girmiyor. E ben nasıl güvenip de onların yargılarına katılayım ki? Ha, elbette güç pozisyonundaki kişi, bu gücünü kullanarak kendi alındığı şeyler yüzünden, rahatsız olduğu konulardan, kişilere karşı dava açtırıyor olabilir. Bunu anlarım. Yani hak vermem ama anlarım. "Erdoğan'ın bunu yaptığına şüphem yok" da demeyeyim ama yapıyor olma ihtimali yüksek olabilir. Yine de bu... Bu şekilde belgesiz delilsiz suçlanmasını gerektirmez. Hiçbir yerde, benim yaptığım gibi tüm belgeler ve karşı cevaplarla birlikte yayınlanmış tarafsız bir yazı, bu şekilde yazan kişi görmedim şimdiye kadar. Ve o objektif kişiyi bulana kadar da bu şekilde iddialara artık inanmıyorum ben. Objektif Quora'da İsrail-Filistin üstüne sorulan soruları ve cevapları hatmetmiştim birkaç gün boyunca. İsrail'i tutup Filistin'i suçlayan yazılar var. Bakıyorum, yüzlerce upvote almışlar. Bunun karşısında Filistinlileri savunup İsrail'e saldıranlar var. Bunlar da yüzlerce upvote almış. Arada denk geliyorum, her iki tarafın da yanlışlarını sıralayan ve masum oldukları olayları anlatanlar var. Onlara bakıyorum. 3-5, bir avuç, bilemediniz en fazla 20-25 upvote almışlar. Şaşıp kalıyordum “Haa bak işte ne güzel yazmış” diyerek okuduğum bu yorumların bu kadar az beğenilmesine. Maalesef objektiflik para etmiyor, prim yapmıyor bu dünyada. Ben artık anladım insanların didişmesinin bitmeyeceğini. Bu şekilde sürekli suçlama ve tartışma gündemi beni çok yoruyor. Hayatımda yeterince kişisel çekişme var. Kaş'taki komşu, haksız işgal ettiği ortak alandan vazgeçmek istemiyor, bundan istifade etmeye devam etmek için direniyor, savaşıyor. Buradaki komşu, üç adım daha yakın diye park yeri onun olsun istiyor. Hiçbir hakkı yokken kavga ediyor, benim arabamı bloke ediyor üstüne bir de küfrediyor. THY ve İşbank, hata yapmış olsalar da bedel ödemek istemiyor, bana ödetmek istiyorlar, ben ödedim öyle kalsın istiyorlar. İnkılap sahibi senin maddi/manevi haklarını çalıp “Suç kastım yok, maddi/manevi hak filan da çiğnemedim” diyor pişkince. Üstelik daha önce benzer bir suçtan ceza almış ve HAGB ile kurtarmış. Orada da aynı "savunma"yı yapmış. Üstelik bunlar kanunen suç olduğu çok net açık konular. Ama hakkını savunmak dert. Başkaları yüzünden hayatımı mahvetmek, başkalarının yanlış davranışının benim ruh halimi ve hayatımı inanılmaz derecede olumsuz etkilemesine izin vermek istemiyorum artık. Hayatımda gereksiz ve anlamsız tartışmalar da istemiyorum. İsteyen tartışsın. Ben Tayyip karşıtı yazılar almayayım, teşekkürler. Türkiye birkaç seneden beri yaz-kış saati uygulamasını kaldırdı. Ona bile "Yandaşlarına para kazandırmak için yaptılar" diyor Tayyip düşmanları. Yani yandaşlarına para kazandırıyor olabilirler elbette, gayet doğal. Doğru olmasa da doğal. Ama bu “şu nedenle yaptılar” mantığı çarpık. Bu uygulama sonucu elektrik tüketiminin artması ile yandaşların daha çok para kazanması ancak sonuç olabilir, sebep değil.
Sebep-sonuç ilişkisini doğru kurmak lazım hayatta her şeyde. Yani bir davranış bir şeye yol açabilir, ama bu demek değildir ki "Bu sonucu elde etmek için yapıyorlar." Üstelik, saat değişikliği durduğunda elektrik tüketiminin arttığı bile şüpheli. Arkadaş “elektrik tüketimi arttı” diyor, bir diğeri azaldığını söylüyor. Hangisine inanacağız? Açıkçası her ikisi de objektif veri değil. Bir sürü etken var bir seneden bir seneye tüketimin değişiminde etkili olabilecek. Burada düzenli saat farkı uygulansa bile eminim faturalarıma baktığımda mutlaka seneden seneye değişiklikler olacaktır. Ama ölçüm yapmama, test etmeme gerek yok, bu kış saatine geçiş benim kişisel hanemde fazla tüketime yol açıyor, çünkü benim hayat düzenim yazın da kışın da aynı. Bana zarar veriyor bu değişiklik, sabahın köründe kalkmadığım ama akşam oturduğum için benim şahsi elektrik masrafım artıyor. Kışın yapılan saat değişikliği ile sabah bir saat fazla aydınlık kazanmıyorum ben; benim kalkış saatimde zaten hava aydınlık, ama akşam erkenden karanlık olunca bir saat gün ışığı kaybediyorum, bu da bir saat fazla elektrik tüketimi demek benim için. Ha, buradaki saat değişikliği sabahın köründe 6'da kalkıp yola düşenler için iyi tabii. Onlar güne erken başlayıp sonra 3-4 gibi eve dönüyorlar. 6'da yemek yiyip 9 olmadan yataktalar. EyvAllah. Ama bizim düzenimiz öyle değil. Biz çiftçi değiliz, kivi toplamıyoruz. Ne okul saatleri, ne kocamın iş saatleri böyle işlemiyor. Artı, artık lambaların olduğu ve gece oturduğumuz bir zamanda yaşıyoruz. Bir sürü kişi ve kurum, bu saat değişikliği uygulamasının geçmiş dönemler için geçerli olduğunu, artık tüketimin değişmeyeceğini, akıllı ampüllerin zaten az tükettiğini söylüyor. Açıkçası ben buna inanmayı tercih ediyorum, benim aklıma daha yatıyor. Elektrik masrafımın artması dışında karanlıkta okuldan dönmek ve karanlık çöktükten kaç saat sonra yemek yiyip yatmak da cabası. Saat değişikliğinin vücut düzenimizi etkilemesi cabası. Bu değişim bana hiç uymuyor, senede iki kere düzenimi bozmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Nitekim AB'de yapılan ankette de büyük çoğunluk benim gibi düşündüğünü belirtmiş, o nedenle AB de artık bu uygulamanın kaldırılması kararı almış. AB'nin de aynı yönde karar almış olması benim gözümde aklın yolunun bir olduğunun göstergesi. Tabii onlar arkadan gelmiş olacaklar, Türkiye daha önceden doğru yolu seçmiş. Ama tabii aklın yolu o kadar da bir değil, herkesin düşüncesi farklı. AB'de karar çıkmasına rağmen İtalya yine eskisi gibi devam edeceğini söylemiş, uyuz oldum. AB kararı şu: “Her ülke kendi karar versin, yaz saatinde mi kalacak yasal saatte mi diye... İki sene içinde uygulamaya konacak.” Ben “Neden iki sene içinde?” diye isyan ediyorum tabii. Neden hemen şimdi yapmıyorlar? Vardır tabii onun aman da bilmem ne kararlar geçirmesi vs gibi abuk bürokratik sebepleri. Artı, benim gözümde yaz saatinde kalınmalı, Türkiye’de olduğu gibi; eğer gidip yasal saatte kalırlarsa yine çok memnun olmayacağım kendi adıma. Yaz saati istememin de iki temel sebebi var. Yani gidip aman da TR hayranlığı filan değil. Benim mantığım şu: Bizim okul-iş saatlerimiz belli. Sabah kaçta kalkıp kaçta döneceğimiz belli. Maalesef eski zamanlardaki gibi güneşe göre değişmiyor. Ama her zaman güneşle olmasa da erken kalkıp erken yatmanın daha sağlıklı olduğuna inanmışımdır. Velakin, hayat düzenim bunu pek mümkün kılmıyor. Eşim saat 19:30'da işten dönüyorsa, ben ne zaman yemek yiyeceğim de biraz sindireceğim, kocamı görüp iki çift laf edeceğim, bulaşıkları yıkayıp yatacağım? Dolayısıyla, benim düzenimde yaz saatinin kalması demek en azından bir saat erken kalkıp yatmam demek. Kâr kârdır. Kısaca, bence Türkiye'nin uygulaması en akıllıcası. Fakat Tayyip karşıtlığı o kadar derin ki, çocukları olmayanlar bile “Çocuklar karanlıkta okula gidiyor” diye söylemi benimsemiş, papağan gibi tekrarlayarak şikayet korosuna katılıyorlar, maksat karşı çıkmak. Yahu... Çocukların karanlıkta okula gitmesinin kabahati saatlerin değişmemesi değil, kışın gün ışığı saatlerinin az olması. Bana sorarsanız da kızım sabah karanlıkta okula gitmiyor ama akşam karanlıkta okuldan dönüyor. Saat 4:30-5:00'da okuldan alıyorsun, 15-20 dakikalığına bir markete uğradın mı oldu sana karanlık. Saat 17:15'te hava kararıyor. Göz gözü görmüyor, yani ciddi karanlık. “Yanlış” dedi arkadaş. “Burada çocuklar sabah okula gidiyor ama akşam dönmüyor. Saat 15:00 gibi okulların çoğu dağılıyor.” Olabilir tabii. Orada durumu bilmiyorum, ben kendi adıma konuşuyorum. “Ayrıca elektrik sarfiyatı arttı. Zaten amaç elektrik üretimi işini verdikleri yandaşlara daha çok para kazandırmak,” suçlaması bu noktada geldi. "Peki AB de mi yandaşlarına para kazandırmak için böyle bir karar aldı?" diye sordum. Sizi kişisel olarak nasıl etkiliyor bilemiyorum. Sizin için belki böylesi daha işinize geliyordur, saat değişimini tercih ediyorsunuzdur; olabilir. Bu iki tarafın da kötü/yanlış olduğunu göstermiyor. Sadece farklı ihtiyaçlara sahip olduğumuzu gösteriyor. Ve herkes de kendi ihtiyacını karşılamak istiyor doğal olarak. Herkesi memnun etmek mümkün değil. Öte yandan, “yandaşlarına para kazandırmak için yaptılar” bakışı beni çok rahatsız ediyor. Onlar da benim gibi günah keçisi olmuşlar diye bakıyorum. Haksız eleştiri geliyor bana. Ha, o arada yandaşlarına para kazandırıyor olabilirler tabii ama kimin neyi ne için yaptığını bu şekilde kesinlikle iddia etmek çok rahatsız edici. Dedim ya, alınganlığım kişisel. Bana da benzer suçlamalar atıldı, “Aman sen bunun için yaptın/yapıyorsun” diye. Hiç ama hiç alakasız suçlamalar. Kızımın üstüne yemin ettim, halen diretti iddialarında insanlar. Sanki birinin içini onlar bilecekler, Tanrı sanıyorlar kendilerini. Deyin... “Yandaşlarına para kazandırıyorlar.” Amennah! (Yani amennah değil aslında. Çünkü bu iddia bile tartışmalı; somut-net-kesin bir gerçek değil. Öyle olduğunu varsaysak dahi... Kazandıracaklar tabii. Oyunun kuralı bu. Başkası olsa da aynısını yapacak.) Ama “Yandaşlarına para kazandırmak için saat değişimi uygulamasından vazgeçtiler” demeyin. Demeyin n'olur. Gerçekten, samimi olarak, bu yaz/kış saati uygulamasının iyi olmadığını düşünenler var. Buna inanmak o kadar zor mu?? Yaz Saati-Kış Saati, En Güzeli Akıl Saati... "Bir arkadaşın kuzenleri hastalanmış. Bugünlerde hastalanmış deyince anlamamız gereken "Corona" elbette. Covid-19. Yüksek ateş, öksürük, derin eklem ağrıları... Hiçbir şeye benzemiyormuş, azap çekmişler. Ancak "Hastanelik vaka değilsiniz" denmiş ve evden takip edilmişler. Devlet ilaç göndermiş ve aile hekimi de her gün arayıp kontrol etmiş.
Şimdi... Gelelim bu yazının sebebine... Kuzenlerin ve bu arkadaşın yorumu, hastaneye alınmamalarının nedeni “Rakamları düşük göstermek için ...” Ne de olsa çok hastalar ya, kendileri hastaneyi hak ettiklerine inanıyorlar ya... Alınmamışlarsa bir sebep lazım ve tu-kaka demek lazım. İddia şu: “Hastanedekiler resmi hasta sayısına girdiği için ve devlet de bunu istemediği için aslında hasta da olsalar insanları evlerine yolluyorlar." Beni çok rahatsız ediyor bu tür söylemler. Mesnetsiz suçlama olarak görüyorum ve bunu çok ama çok tehlikeli buluyorum. İnsanlar bir şey bilmeden konuşuyorlar. Araştırıp incelemeden konuşuyorlar. Araştırmaya gerek yok, hoşlanmadığınız bir taraf/kişi varsa ortada, onun her yaptığı kötü ve yanlış zaten. Oysa doğrusu şu: Dünyanın hiçbir yerinde hastaneye ihtiyacı olmayanları almıyorlar zaten, evde tedavi ediyorlar. Burada (İtalya) almıyorlar, biliyorum. Rusya ve Kazakistan'da da durum aynı, arkadaşlardan biliyorum. İsveç'te yaşayan Türk vatandaşı Emrullah Gülüşken de bunun en güzel örneği... Onu da gerekli olmadığı için hastaneye kabul etmemişler. "İsveç'te koronavirüs testi pozitif çıkan Emrullah Gülüşken hastanede tedavi edilmedi." Kızı sosyal medyada olay yapmış ağlamış, “Babamı hastaneye almıyorlar, hayatımızdan endişeliyiz” diye, TR de özel uçak göndertip aldırmış. 26 Nisan tarihli “İsveç'teki Covid-19 hastası Emrullah Gülüşken Türkiye'ye getirildi” başlıklı NTV haberinde şöyle diyor: Gülüşken, tekrar hastaneye müracaat etmelerine rağmen sonuç alamadıklarını belirterek "Dün babam biraz daha kötüleşince ambulansı aradık, ambulans geldi ve aradığımız için bize çıkıştılar. Bu hastalığa bir şey yapamayacaklarını söylediler. Biz de bu hastalığın tedavisi olmadığını ama babamın hastanede yatması gerektiğini ve bizim sağlığımızın tehlikeye atıldığını söyledik" değerlendirmesinde bulunmuştu. 28 Nisan 2020 tarihli “Koronavirüs nedeniyle Türkiye'ye getirilen Gülüşken ailesine İsveç'ten şok: Koronavirüse yakalandığını ve İsveç’te kendisinin tedavi edilmediğini öne süren Emrullah Gülüşken ve ailesine İsveç devleti dava açtı” haberindeki dava kısmının gerçekliğinden şüphe duyabilirim aslında ama şu kısmının doğru olduğuna çok eminim: Gülüşken'in alınmadığı hastanenin bulunduğu yerel yönetimin basın sekreteri Jimm Gottfridsson ise gazeteye yaptığı açıklamada, "Covid-19 hastalığı için belirlenmiş bir rutin var. Tıbbi değerlendirme her bir vakaya özel olarak belirleniyor. Şu aşamada, Covid-19 hastalarının çoğunluğunun hastanede tedavi altına alınmadığının altını çizmek gerekiyor," dedi. Öyle ki Türkiye’de de bazı hastaların, hastaneler yerine evlerinde tedavisine devam edildiği biliniyor. İsveç’te yaşayan gazeteci Kurdo Baksi, şunları söyledi: "Benim aldığım bilgilere göre tekrar sağlık görevlileri eve geliyor, sadece ateşi olduğu için ilaç veriyor ve evde karantinada kalmasını söyleyip gidiyorlar. Anlatıldığı gibi sağlık görevlilerinin ‘Bizi neden çağırdınız’ gibi şeyler söylemesi mümkün değil. Özel şeyler de sormazlar. Herkese aynı prokotol uygulanır ve Sağlık ekipleri Gülüşken’e de aynı protokolü uyguluyor." Evet, bir protokol var ve sağlık görevlileri buna uyuyor. İsveç'teki yetkililerin söylediği gibi "Bu hastalık böyle. Yapabileceğimiz bir şey yok." İlacını alıp acını çekiyorsun. Evinde! Ancak solunum cihazına ihtiyaç duyacak derecede hastalar hastanelere kabul ediliyor. Bu haliyle bile çökme noktasına gelen hastaneler diğer türlü hiçbir şekilde taşıyamaz bu hasta yoğunluğunu. Ben insanlardaki bu rakam takıntısını anlamakta güçlük çekiyorum cidden. Varsa yoksa “rakamlar gizleniyor, yalan söylüyorlar.” Ha tamam, yalan söylediler, düşük gösterdiler. Eeee?? Ne oluyor yani? Bir arkadaş dedi ki “Millet rakamlar düşük diye risk az diye düşünüp daha serbest davrandı.” Diyelim ki öyle... Açıkçası ben bunu mantıklı bulmuyorum. Bu şekilde davranacak olan rakamlar yüksek olsa da davranır. Bu lanet hastalık tamamen bitmeden veya artık iyice azalmadan tedbiri elden bırakırsan sen sorumlusun, rakamları yanlış da verse hükümet değil. Kaldı ki, rakamlar aman da aman İsviçre gibi medeniyet timsali görülen yerlerde de düşük muhtemelen. Wikipedia'nın İsviçre maddesine bakın. Pandemic in Switzerland "As with most countries, the number of people actually suffering from COVID-19 in Switzerland is likely to be much higher than the number of confirmed cases,[68] especially as, since 6 March 2020, the Swiss government has had an official policy of not testing people with only mild symptoms," yazıyor. Yani dünyanın her yerinde rakamlar muhtemelen düşük. Veya kocamdan duymuştum, o da nereden okumuştur haber doğru mudur bilmem, Amerika'da eyaletlerin ona göre ek ödenek aldıkları için rakamları yüksek gösterdiklerini söylüyordu. Sonuçta rakam dediğin her duruma göre manipüle edilebilecek bir nesnevattır. İnsanların artık bunu öğrenmiş olmalarını ve bu kadar önemsememelerini bekliyorum ben ama benimki boş beklenti gördüğüm kadarıyla. Art Niyet Suçlamaları İnsanlar aman rakamlar çarpıtılıyor diye rahatsız oluyorlar her nedense, beni rahatsız edense insanların birilerine “Şu nedenle yapıyorlar” diye art niyet ithaf etmeleri. Bunu ellerinde sağlam kanıt ve belge olmadan yapmaları. Nedir bu “niyet kahinleri” ve de insanları yalancılıkla suçlama ihtiyacı? Yapmayın yaaa, cidden yapmayın. Deyin “Biz bu hükümeti sevmiyoruz, bunların verdiği hiçbir rakama güvenmiyoruz, inanmıyoruz.” Amennah! Ama bu şekilde, niyet kahinliği yapmayın. Söylediğinize bir otorite havası verip sanki gerçekmiş gibi bir algı oluşturmayın. Alınganlığım kişisel. Bana da benzer suçlamalar atıldı, “Aman sen bunun için yaptın/yapıyorsun” diye. Hiç ama hiç alakasız suçlamalar. Kızımın üstüne yemin ettim, halen diretti kendi kafalarında oluşturdukları abuk iddialarında insanlar. Gördüm ki boş. O kadar kör insan, ve o kadar görmek istemiyor. Bir çocuk kaybetmiş bir annenin çocuğu üstüne yemin etmesi bile onlara “Kusura bakma, haksızlık ettim” veya “Haksızlık etmiş olabilirim” dahi dedirtemiyor. Nafile ne kadar çabalasanız. İnsanlar körü körüne inandıkları bağnazlıklarından asla vazgeçmiyorlar. Sanki birinin içini onlar bilecekler, Tanrı sanıyorlar kendilerini. İşte bunu, böyle bir zihniyeti çok tehlikeli buluyorum ben. Hangi grup olursa olsun. İnsanlığın çoğunda var olan hastalıklı bir özellik bu. Sanmayın ki ben yapmıyorum. Ben de yapıyorum, benzer şekilde insanlara niyet atfediyorum. “Bunun için yapıyorlar” diyorum. Ama en azından gerçekten tanıdığım, bildiğim konularda böyle bir yorum yapıyorum. Sadece kendimi bağlıyorum ön yargılarımla. Veya olsa olsa en fazla kocama söylüyorum ki, o da yanlış düşünüyorsam beni düzeltsin diye, düşüncemi yaymak için değil. Hele de aleni bir yerde, sosyal medyada, gruplarda vs. kendi kafamın dışında başkasına da iddia edeceksem düşündüklerimi “Aman söylediğimde bir yanlış olmasın” diye bin kez düşünerek dikkatlice yazıyor, saatlerce okuyup araştırarak konuşuyorum. Çünkü insanlar duydukları bir şeye hiç sorgulamadan inanabiliyorlar. Kendi yanlış intibalarımı bir de başkasına aktarmak, onun vebalini taşımak istemem. Bir de önemli olan sebep-sonuç ilişkisini düzgün/doğru kurmak. Yani bir davranış bir şeye yol açabilir, ama bu demek değildir ki "Bu sonucu elde etmek için yapıyorlar." Ben konuştuğumda "Böyle yapıyorlar böyle oluyor, bu da kötü bir sonuç" diye mantık kurmaya özen gösteriyorum. "İşte bak şu tu-kaka" demenin ötesinde bir eleştiri bu. Kişiyi değil sistemi eleştirmediğimiz sürece sorunlarımız hep aynı devam edecek. Niyete değil sebeplere odaklanmadığımız sürece sorunları çözemeyeceğiz. Çoğu insanın niyet kahinliği cidden kötüniyetli, fesatça. Sırf adice saldırmak üstüne kurulu. Bu en kötüsü tabii. Arkadaşlarımınki ise masum, biliyorum. Yani basit mantık kuruyorlar. Ve anlaşılabilir de bir mantık. Yine de yanlış geliyor bana. Çünkü belli ki yeterince araştırmamışlar, sorgulamamışlar. “Acaba başka türlü olabilir mi? Dünyanın başka ülkelerinde nasıl yapılıyor? Yanılıyor olabilir miyim?” diye bakmamışlar. Şüphecilik önemli bir meziyettir hayatta. “Kuşkuculuğa Davet” etmek isterim ben herkesi. *** Türkiye'de, arkadaşın kuzenlerinin de teyit ettiği gibi, her gün aranmışlar. Başka arkadaşlarım yurt dışından geldiklerinde aile hekimlerinin iki günde bir arayıp semptom var mı diye sorduğunu söylediler. Yani en azından bir takip mekanizması var ve işliyor. Benim kayınvalidem de hastalanmıştı. 87 yaşında kadın. Asimptomatik. Bir şeyi yoktu ama sonradan ortaya çıkabilirdi ve aranması gerekiyordu. İki hafta boyunca bir tek kez arayan olmadı. Carlo defalarca aradı, ya ulaşamadı, ulaştığında ise kimsenin ilgilenmesini sağlayamadı. Ha, suçluyor muyum onları? Hayır. Tam tersine, kimbilir ne yoğunlukta, ne zor koşullar altında çalışıyorlar diye anlayış gösteriyorum. Evet, elbette devlet dediğin bunları sağlamalı. Ama onca saldırdığım ve nefret ettiğim devlet mekanizmasına ve devlet memurlarına bu koşullarda tepki duymuyorum. Duyamıyorum. Bizden dünya vergi alırken yollar kepaze ise kabul edilemez. Ama pandemi koşullarında ideal şekilde davranılmıyorsa insani buluyorum, şeytani değil. Burada ülkeyi bölgelere ayırdılar, sarı-turuncu-kırmızı. Neresi ne kadar riskli görmek için mantıklı bir yöntem tabii. Yasaklar da ona göre belirlendi. Peki ne oldu? Kırmızı bölgelerde rakamlar bir anda düşmeye başladı. Ki karantinadan ve yasaklardan kurtulsunlar. Kimse ekmek kapısının kapanmasını istemiyor. “Haklı olarak” diye eklemek zorunda hissediyorum kendimi. Ha millete verirsen kazanacakları parayı oturdukları yerde, otururlar o zaman, seslerini de çıkarmazlar muhtemelen yasaklara. Ama bu şekilde yaptığında, illa ki birileri bir şekilde sıyırmaya çalışacak. Bundan daha doğal bir şey de düşünemiyorum ben şahsen. Orada görüyor musunuz TV'lerde veya haberlerde bilmem buradaki gösterileri? Birçok yer yakıldı yıkıldı, coplarla girişti polis. Millet cinnet geçirmekte. Adamın teki elli araba camı indirmiş biri onu durdurana kadar. Sonra millet linç etmek istemiş de zor durdurmuşlar. Barlar restoranlar 6'dan sonra kapalı. Biri 18:15'te açık diye şikayet etmiş bir yeri, polis gitmiş. Bar sahibi adam kendi barında herşeyi atıp kırmış. Maalesef durum böyle. Kayınvalide, tüm testleri süper olmasına rağmen, sızlanıp hastanede doktorlar tarafından bakılmak istiyor. İlgi istiyor. Yapılmadı mı şikayet ediyor. Arkadaşın kuzenleri de kendilerince hastaneyi hak ettiklerini düşünüp hastaneye alınmadılar mı devleti suçluyor, sayı az göstermek için diyor. Dedim ya, bütün bunlar kişisel olarak beni rahatsız ediyor. Açıkçası ben, sayılara takılmaktansa dünyanın her yerinde hemen hemen standart olan uygulamaları eleştirmektense bu şekilde bir “vatandaş” için uçak göndertip, milletin parasını harcayıp bunun siyasi şova dönüştürülmesinden rahatsızım. Ama maalesef dünyada ve politikada geçerli akçe bu. Gülüşken olayını ülkenin gururu diye yorumlayanlar var. “LEYLA'NIN ÇIĞLIĞI YALAN MIYDI?” Öte yandan, “Beceriksiz ve pahalı film bitti / İsveç Operasyonu” diyerek eleştiren de var. Tabii bu, düzeni nasıl gördüğünüz ve nasıl değerlendirdiğinizle çok alakalı. Şahsen bizden rızamız dışında tahsil edilen vergilerin iznimiz dışında yerlere kullanılmasına çok bozulan biri olarak ben bu uçak harcamasını onaylamıyorum. Ama “Beceriksiz ve pahalı film bitti” diye bir yorumu da sınırı aşan bir eleştiri olarak görüyorum. Eğer sen bu düzeni eleştirmiyorsan, gidip Erdoğan'ı eleştirme. Bu eleştiriyi işin esasına değil de kişiye bağladığında olmuyor, cidden olmuyor. Ha aslında doğru tabii, oluyor, gayet güzel oluyor. Çünkü dünya böyle işliyor.Quora'da İsrail-Filistin üstüne sorulan soruları ve cevapları hatmetmiştim birkaç gün boyunca. İsrail'i tutup Filistin'i suçlayan yazılar var. Bakıyorum, yüzlerce upvote almışlar. Bunun karşısında Filistinlileri savunup İsrail'e saldıranlar var. Bunlar da yüzlerce upvote almış. Arada denk geliyorum, her iki tarafın da yanlışlarını sıralayan ve masum oldukları olayları anlatanlar var. "Hah, bak ne doğru yazmış!" diyerek okuyorum. Sonra onların oylarına bakıyorum. 3-5, bir avuç, bilemediniz en fazla 20-25 upvote almışlar. Önceleri şaşıp kalıyordum “Haa bak işte ne güzel ve mantıklı yazmış” diyerek okuduğum bu yorumların bu kadar az beğenilmesine. Ama sonunda çözdüm olayı. Maalesef objektiflik para etmiyor, prim yapmıyor bu dünyada. Taraftarlık yapıyor. Maalesef... Not: Bu yazı taa 2005 yılında, yani on beş sene evvel yazılmıştı. Kanımca şimdi de ve insanlık tarihinde olduğu kadar insanlığın geleceğinde de geçerli olacak önemli bir tespit.
Kuşkuculuğa Dayalı bir Düşünce Sistemi İnançlarımızla Yaşıyoruz İnsanda, güçlü bir efsane yaratma ihtiyacı mevcuttur ve çok şükür ki(!) bunu yaratacak yeteneği de eksik değildir. Bu yetenek sayesinde baş edemediği doğa olayları ve bilumum sorunlara çare bulur. Sonra da bir bakmışsınız ki, kendi yarattığı efsaneyi “gerçek” kabul etmiş ve inanmııış. Antropologların araştırmaları ve bugün hâlâ varlığını sürdüren birtakım “ilkel” kabileler bize eski insanların ne tür inançları olduğu hakkında bilgi veriyor. Bunların en klasiği, “bir hayvanı yenmek ve/veya onun etini yemek insana o özel vasıflar atfedilen hayvanın güçlerini kazandırır” inancıdır belki de. 21. yy’da bu tür bir inanç yapısı eskimiş olsa da yeri boş kalmadı. Bugün, yeni çağa ayak uydurmuş başka boş inançlar dünyayı sarmış durumda. Ve Fikret Başkaya’nın deyişi ile “teknolojik parkımızdaki oyuncaklarımızın” sayısının artmış olması bizim eski inançlara sahip insanlardan daha “modern” olduğumuzun göstergesi değil. İnançlarımız bugün itibarı ile de gayet ilkel. O komik, saçma sapan bulduğumuz, küçük gördüğümüz inançlar kadar ilkel. Hâlbuki düşündüğümüzde bizimkiler çok “mantıklı” ve elbette doğrudur. Başkalarınınkilerse olsa olsa aslı astarı bulunmayan boş inançlardır. Bu nedenle de pazarda satılığa çıksa herkes gider yine kendi aklını satın alır ya. Aslında satın aldığımız akıl -yani bir rasyonel düşünce sistemi değil, bir inançlar bütünüdür. Çünkü insanın, somut gerçeklere ve kanıtlanmış olaylara dayalı olarak akıl yürütmesi gibi bir şart koşulduğu taktirde varabileceği çok az sonuç vardır. Ama işte insan bu ya… cehaletinin bilinci içinde kıvranıp durmaktan hazzetmez; bu nedenle de “aklı” devreye sokar ve kendine bir inanç bütünü inşa eder. Sonra da hemen hemen bütün eylemlerini, kendi icat edip istediği gibi düzenlediği bu inançlar sistemi üzerinden yönetir. Bu yüzden de bizim dünyamızda her şey çok nettir. Sis perdesi kaplamaz düşüncelerimizi, algılarımızı, yargılarımızı, inançlarımızı. Nedensellik İnançlarımız İnsan açıklayamadığı olaylar için bile bir sebep-sonuç ilişkisi kurar. Örneklere devam: Sperm ve yumurtanın bilinmediği dönemlerde insan şöyle diyor: “Aaa, bi bebek geldi. Tanrının hediyesi olmalı.” Ama bu kadarla yetinmiyor; durumu sadece öyle, olduğu kadarıyla kabul etmiyor. Tanrı neden kendine bir bebek hediye etmiş, bunun da bir açıklamasını bulmalı ki içi rahat etsin. “Peki ne için?” diye soruyor. Sonra mantık kuruyor, kendine göre bir yanıt buluyor: “Filanca komşuma iyi davranmıştım da ondan” veya “Tanrıya adak adamıştım da ondan”, “Kocam şu hayvanı yenmiş, şu duaları okuyarak ateş etrafında danslar etmişti de ondan.” Şu anki sebep-sonuç ilişkilerimiz de muhtemelen böyle. Bugünkü inançlarımızın da bunlardan temelde hiçbir farkı yok. Sadece onlara biz inandığımız için yarattıkları duygular çok güçlü ve güçlü olduğu oranda da bizim için “gerçek.” Bir açıklama ihtiyacı sürekli soru sordurup cevap bulduruyor insana. Çoğunlukla da yanlış cevaplar! Eh, yanlış sorular yanlış cevaplar… hâliyle de yanlış inançlara yol açar. Çok Gezen En Az Bilmeye Mahkûmdur- Çok Okuyan ve Düşünen de... “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” derler. Bu soruyu hepimiz biliyoruz. Sorunun cevabını da aşağı-yukarı biliyoruz. Çoğunluk, atasözümüze güvenerek “gezen” diyor; kimi ise “okuyan” olduğunda ısrarlı. Peki kim hayatımızın derinliğine yerleşmiş, içselleştirdiğimiz bu tür kalıpları düşünüp sorguluyor? Zamanında kitap yazarken, “kim en çok bilir” temeli üstüne kurulu bu atasözünü irdelemeye kalkmış ve onu geliştirdiğimi sanmıştım. Şimdi tam tersi yönde adım atacağım. Çünkü bugün itibarı ile, bütün ahlak/yargı/düşünce sistemimiz gibi bu atasözünün de tersten kurulmuş olduğuna inancım daha yatkın. Doğrusu şu olmalı: İnsan çok okuduğu ve çok gezdiği oranda az bilir. Evet. Ne kadar çok gezmişsen ve ne kadar okumuşsan, ne kadar çok farklı taraf görüşüne maruz kalmışsan, yani aslında ne kadar çok biliyorsan o kadar da az bilirsin. Çünkü o kadar az emin olursun. Çok gezen en az bilmeye mahkûmdur. Aslında aynı şey çok okuyan için de geçerli olabilir ama insanlar genelde kendi görüşlerini destekleyen, kendilerine hoş gelen şeyleri okumaya ve inanmaya meyillidirler. Farklı yazıları okusalar da, hoşlanmadıkları düşünceleri bir çerçeve içine alır ve “görünmez” kılarlar. Dolayısıyla okumanın tek taraflı kalma ihtimali yüksektir. Oysa çok gezmek derken aynı yere sıkça gidip-gelmek değildir bahsedilen; daha geniş, mümkün olduğunca geniş bir coğrafya içinde seyahat etmektir. Fiziksel olarak farklı mekânlarda bulundukça farklı zihniyetlere, geleneklere, değerlendirme biçimlerine, algılara, yargılara tanık olur insan. Kendi inançlarının tam tersi ile de bir hayat sürmenin olanaklı olduğunu görür. O güne kadar kurduğu düşünce sistemine ters düşer bazı şeyler. Ama gözlerini kapayıp yok sayamaz o yaşamları. O yaşamlar ki somutturlar, gerçektirler, şahit olunmuşturlar. Ve çok gezen, o güne kadar doğru bildiği şeylerin tam tersinin de yaşanabileceğini, üstelik kendisininki kadar “doğru” olabileceğini görür. (Tabii küreselleşme bu imkânı elimizden almak üzere.) Kavramlarımızı, algılarımızı, inançlarımızı sorgulatır bize seyahat. Ve bunları sorguladıkça da daha az emin olur, daha az biliriz. Oysa Biz Çok Eminiz Kabul: İnançlarımızın bir kısmı, rasyonel gibi görünen çok sağlam temellere dayanır. ANCAK onları bile önce sorgulamak gerekir. Ama tabi çok daha gevşek zemine kurulu düşüncelere bile körü körüne inanma kapasitesine sahip insan bu durumda hiç hata payı bırakmaz. Zahmet etmez ve düşünmez; sorgulamaz. Çünkü emindir. Kimi Google’ın sonsuz gücüne inanmıştır. Bir yazının orada durup da Google tanrısının onu bulamaması?? Mümkünatı yoktur. Bu inancı o kadar kuvvetlidir ki, bu inanç nedeniyle ceza-i bir yaptırım öngöreceği zaman bile “acaba” diye düşünmez, kuşku duymaz. E kuşku duymayan adam kanıta hiç gerek duymaz, cezayı infaz eder. O kadar emindir ki teknolojiyi bildiğinden, anladığından; özel durumlar olabileceğini aklı almaz, ihtimal vermez. Bir zamanlar sitemdeki yazıların bir çoğu arama motorlarında bulunmuyordu. Teknik bir mesele idi muhtemelen. Ama insanlar öyle bir şeyin mümkün olamayacağını iddia ettiler. Google gibi arama motorları her gün okuyordur interneti. Şimdi değilse bile –açıklaması da hazırdır: site yüklü olduğu için (Zihnimiz, inançlarımızı desteklemeye yarayan bir alet gibi çalıştığından sadece yazı ve küçük boy fotoğraflardan oluşan bir sitenin yüklü olduğunu iddia etmenin saçmalığını görmeyecek kadar gözümüz kördür) hemen kayıt etmemiş olabilir- ama en kısa zamanda nasıl olsa bulacaktır google onu. MUTLAKA bulacaktır. Google’dan kaçmaz! Kaçamaz. Ama işte bazen Google’ın sonsuz gücüne inancımızın bile sarsılması gerekir. Bu basit bir örnekti. Maalesef yanlış kanılarımızdan kaynaklanan inançlarımızın çoğu çok daha vahim sonuçlara yol açıyor. Taşrada büyümüş eğitimsiz işsiz parasız bir genç ile büyük şehirde “iyi” okula gitmiş “iyi” iş sahibi zengin bir adamı aynı noktada birleştiren bir güç vardır: Emin olmak. Her ikisi de: Okuduğunu anladığından, doğru yorumladığından, yazarın niyetinin ne olduğunu çok iyi bildiğinden sonnn derece emindir. O satırları yazan kişinin “Hayır, öyle bir şey demedim. Orada kast ettiğim şu değil, şu şuydu” diye defalarca açıklaması onun için hiçbir şey ifade etmez. Hatta binlerce insanın bile, yazarın anlatmaya çalıştığının onun inandığıyla taban tabana zıt bir şey olduğunu söylemesi/yazması bile ikna etmez onu. Açıklama çabası nafiledir. O, kendini sorgulamaz ama başkalarını yargılar. O, insanları “düşman” hanesine yazar, “vatan haini” sınıfına sokar ama kendi algısını sorgulamak asla aklına gelmez. “Yanlış algılamış olabilir miyim?” diye düşünmek onun karizmasını çizer. “Anlatmaya çalıştığın bu muydu?” diye sormak ve onaylatmak ihtiyacı duymaz. Karşısındakinin ağzına kendi laflarını yapıştırır; kendi söyler kendi yargılar. Bir kez karşıdakinin düşman olduğuna inanmıştır, bu sağlam inancı asla ve kata sarsılmaz. Örneğin, medyada defalarca konuşulduktan, anlatıldıktan sonra bile Dink’in “Türk’ün zehirli kanı” dediğine inançları sağlamdır. Bir Ermeninin “Türk nefreti Ermenilerin kanının zehirliyor” diye Ermenileri eleştirmesi, onun inanma kapasitesi dışındadır. İnancı asla kabul etmeyeceği için de aklı asla görmeyecektir. O insan ki… o kadar emindir ki kendisinin saf, mükemmel, katışıksız, en doğru olduğundan… atasına bile toz konduramaz. Katlanamaz kendisine en ufak leke sürülmesine. Tarihi gerçeklerden de çok emindir. Topraklarında ölmüş Ermenilerin sayısı 3-400bini aşmış olamaz. Ataları kötü bir şey yapmış olamaz, insanları kötü niyetle öldürmüş olamaz. Öldürmüşse de öldürülenler ölümü hak etmişlerdir. İnsanlar inançlarında o kadar hassastırlar ki herhangi bir karşı görüşe tahammül edemezler. Kendilerini sorgulamazlar, kendi kendilerini sorgulayanlardan da hoşlanmazlar. Hareket noktaları bir fikir değil de inanç olduğundan, başka bir alternatiften bahsedecek dahi olsanız alacağınız karşılık kişisel hakaret olur. Sizin fikrinizin rasyonelliğini tartışmak yerine size saldırırlar. Kimisi sanal ortamda sözcüklerle kafanıza taş fırlatır, onların bir üst boyutu da kafanıza bir kurşun sıkıverir sokağın ortasında. Emin olmak, ciddi bir şiddet kaynağıdır. İnançları-Kavramları Sorgulamak: Algı Üzerine Seyahat, algıların nesnelliği gibi bazı gerçekleri gözünüze soka soka öğretir. Gezerken, içinde yaşarsınız olayların; ilk elden tanık olursunuz. Teorik değildir artık görüşleriniz, pratikte uygulamasını görmüşsünüzdür. Bir anlamda teste tabi tutulmuştur yaşam biçimleri, hayat bilgileri. Mesela bilirsiniz ki aynı olay, aynı sözler farklı insanlara tamamen zıt şeyler anlatabilir. Ne de olsa yetiştikleri ortam, yaşadıkları koşullara göre insanların inanç sistemleri-kavramları farklı bir mantık üzerine oturmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri, her yerde anlattığım “Sally ve Jody Etiyopya’da” hikâyesidir: Sally ve Jody, mercatoya tişört almaya çıkarlar. Sally biraz etine buduna dolgunca kadın, Jody ise iliği kurumuş kız kıvamında. Her girdikleri dükkânda Jody için “Ona olur ama sana yok, sen şişmansın” diyorlar Sally’ye. Bir iki derken üç dördüncü dükkân sahibinden de aynı sözleri duyuyor Sally. Hani insan biraz kibarca söyler, usturuplu ifade eder değil mi ona uygun tişört olmadığını; insanın şişmanlığı yüzüne vurulmaz ki. Adamlar utanmadan, sanki inadına “sen şişmansın” diyorlar bir de. Sally öfkeli. “Bu adamlar sen şişmansın demenin hakaret olduğunun farkında değiller herhalde!” diye burnundan solurken kendi fark ediyor. Şu anda Etiyopya’da olduğunu. Kıtlığın olduğu bir ülkede… Şişmanlık, yiyecek yemek bulduğunun, bereket ve bolluğunun göstergesi. Şişmanlık iyi bir şey, “sen şişmansın” da hakaret ne kelime, iltifat. Sevdiğim bir başka örnek de Kızılderililer ve mülkiyet kavramı üzerinedir: Bizim algımız mülkiyetin takas veya çoğunlukla para adını verdiğimiz meta ile satın alınarak ve veraset yolu ile elde edildiği ilkesine dayanır. Para verip satın almışsak o eşyanın bize ait olduğuna “inanırız”. İletişim içinde olduğumuz insanlar da genelde aynı şeye inandıklarından aramızda kavram kargaşası yaşanmaz pek. Oysa Kızılderililerde farklı bir algılayış vardır. Bir Kızılderili’ye göre kullanmadığın şey sana ait değildir. Eğer evinizde kullanmadığınız bir eşya varsa onu alıp kendi evine götürmekte hiçbir sakınca görmez. Beyaz adam onu çalmakla suçlayacaktır ama onun cevabı hazırdır: “Sen kullanmıyordun.” O şöyle düşünür: “Eğer birisi bir eşyayı kullanmıyorsa ona ait değildir ve ihtiyacı olan alabilir.” Ve bu nedenle de yaptığı kesinlikle hırsızlık kategorisine girmez. Hâlbuki bizim toplumumuzda aynı eylem hırsızlık olarak değerlendirilir; suçtur ve cezalandırılması gerekir. Bunları düşününce şüpheye düşersiniz; hırsızlık, mülkiyet gibi kavramlarınızı sorgularsınız. Hangisi doğru? Seyahat, insanın inançlarına ve algısına ince ayar yapmasını sağlar. İnsana o güne kadar öğrendiği, bildiğini sandığı kesin ve net doğrularını sorgulatır; kuşku duydurtur. İnançlarımızın Sağladığı Rahatlık ve Bedeli Sanırım şimdiye kadar anlaşılmıştır ki inanç derken, dini inançtan bahsetmiyorum; en genel anlamıyla politik, sosyal, olaylara yaklaşım, değerlendirme ve algımızdan, somut bir dayanağı ve ispatı olmayan tüm kanılarımızdan, tanımlarımızdan bahsediyor ve bunların kapsadığı her tür inancı kastediyorum. Evet, inançlarımızla yaşıyoruz. Aslında bu son derece de doğal. İnançlarımız olmasa kendimizi acımasız bir dünyanın ortasında çaresiz ve kaybolmuş hissederdik. Ama biz inançlarımızla yaşıyoruz. O derece ki “Hayatımız, bir rahatlatıcı inanç silsilesinden oluşmuştur” desem yanlış olmaz gibi geliyor. Ve o inançlar o kadar güçlüler ki… Usla bir sonuca varılması imkânsız hemen her konuda, insanların çoğunluğunun çok güçlü bir kanısı vardır. Hatta bunlar arasında en azından bir tanesi, uğruna savaşacağı kadar anlamlı ve kutsaldır. Bir açıdan bakıldığında, icat ettiğimiz inanç sistemleri bizi koruyor, sığınma ve avuntu sağlıyor; hatta daha da ileri gidip soyumuzun devamını sağlamak için gerekli vs. de diyebiliriz. Ancak diğer taraftan, bunun için artık biraz ağır bir bedel ödemiyor muyuz sizce de? Bunlar yüzünden sürekli birileri öldürülüyor, dünyada acı büyük bir hızla katlanarak çoğalıyor. Oysa ki… İnançlarımızın çoğu, rasyonel bir temele dayanmaz. Genelde toplumun bize öğrettikleri ve isteklerimiz tarafından şekillenirler. Hele başkalarının ne düşündüklerine, ne kastettiklerine dair inançlarımız iyice gevşek zemindedir. Bu inançlarımızı da kendi düşünce biçimimiz, önyargılarımız ve korkularımız şekillendirir. Ortaçağda insanlar, cadı olduklarına inanıldığından yakılmışlar. Bugün kaç kişi inanıyor cadıların varlığına? Vatan haini, “düşman” meselesinin de gelecekteki kuşaklara aynı derecede akıldışı geleceğinden şüpheleniyorum. İnanç Sınırı Nasıl ve Nerede Çizilmeli? Hepimizin bilinçli/bilinçsiz, inançları var. Uğura inanıyor, renklerin insan üzerindeki etkisine inanıyor, el yazısından insan sağlığının belirlenebileceğine inanıyor, astrolojiye inanıyor, her derde deva kremlere inanıyor, multi-vitaminlere one-a-day’lere inanıyor… inanıyor da inanıyoruz. Nazara inanıyor, kahve-el-su her çeşit fala inanıyor, zayıflığın güzelliğine inanıyor, reikiye inanıyor, mutluluğa inanıyor, çiçeklerle konuşmaya inanıyor, reklamlara inanıyor… İnan babam inan. Ha babam inanıyoruz. Evet, inançsız yaşamak bir anlamda imkânsız gibidir. Ancak beyni yıkanmamış ve/ya tarafsız bir insan, inandığı şeylerin sadece inanç meselesi olduğunun farkındadır. Bunları hayatının merkezine koymaz, bunlarla diğer insanları yargılamaz. Hafif de olsa bir sis perdesi çeker inançlarına, ara sıra “acaba?” der, “yanılıyor olabilir miyim?” diye sorar kendine. Ben de bir zamanlar hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanıyordum. Mutlaka bir sebebi vardı olanların. Şimdi şüpheliyim. Ama merak etmeyin, yerine başka bir şey koydum. Şimdilerde hepimizin mıknatıs olduğuna (hay mıknatıs kadar taş düşsün başınıza) inanMıyorum. Ancak ne düşünürsek onu kendimize çekiyor olabiliriz. Olumluluk ilkesi önemli gibi geliyor. Çünkü olumsuz örneğini biliyorum: “Pembe tavşan düşünme” dendiğinde düşünürsün. Buradan tüme-varıyorum. Belki haklıyımdır da… şu ana kadar elimde bir kanıt yok ama. Belki bir gün olur. O zamana kadar buna inanmamda ve ona göre davranmamda bir sakınca var mı? Görebildiğim kadarıyla hayır. Bu, herhangi bir kimseye zarar veriyor mu? Ona da hayır. Ama birilerinin, kimin vatan haini olduğunu belirleme hakkının kendilerinde olduğuna inanmalarında sakınca var. Kimin niyetinin ne olduğunu kendilerinin çok iyi bildiğine inanmalarında da sakınca var. Ellerinde sağlam ve geçerli bir kanıt olmadan yargılamalarında ciddi sakınca var. İnandığımız Safsatalar ve Yayılma Hızları Ortaçağda şekerin belli bir süre sonra karıncaya, buğdayın da fareye dönüştüğüne dair teoriler varmış. Doktorlar, bilim adamları bile inanıyorlarmış buna. Bugün dünyamızda, şekeri ortada bırakırsan karınca geldiğini bilmeyen var mıdır acaba? İnançlar çağdan çağa kılık değiştiriyor. Ama baki kalan öz aynı: kesinlikten uzak, hatta kesinlikten tamamıyla yoksun olmasına rağmen ona olan güvenin tamlığı- inancın sağlamlığı Bu sağlam inançlar, hem kişisel hem toplumsal ilişkiler, sohbetler sırasında karşılık bulur ve yayılırlar. Eskiden kulaktan kulağa oynandığı için daha yavaş yayılırdı, şimdilerde ise doğadan soyutlanmış, hızlı yaşam temposu, insanın etkileşim ihtiyacından kaynaklanan gedikleri iyice büyütüyor ve çağımız teknolojisi sayesinde, gerçeklikle hiçbir alakası olmayan safsatalar, üstelik de “bilgi” adı altında, süper hızla yayılıyor. Öyle ki Günümüzde koca bir dedikodu kazanında yüzüyoruz; palavralar yumağı içinde düğüm düğüm olmuşuz. Ve işin kötüsü, bunlara inanıyoruz! Yoo, sadece kadın ve magazin programları yapmıyor bu dedikoduyu. Gazete ve televizyonlardaki “büyük” adamlar da yapıyor. Ve artık yadırganmıyor bu. Söylentiler arasında doğru olanlar yok mu? Var elbet. Ama yalan-yanlışla yoğrulmuş. Günümüzdeki en tehlikeli şey de bu belki. İletişim çağında yaşıyoruz, “Aman ne güzel, herkes konuşabiliyor, hiçbir şey saklı kalmıyor” derkeen… bir de bakmışız ki palavralar, her tür kanıt ve ikna edici araçlarla “gerçek” diye önümüze konmuş, insanların beyni yıkanıvermiş. Biri bir yalan uyduruyor kendi çıkarı için, veya paçoz bir yorum yapıyor, sonra durdur durdurabiliyorsan, getir sonunun getirebiliyorsan. Özellikle internette virüs gibi yayılıyor safsatalar, uydurmaca hikâyeler. Yaymayalım ne olursunuz, elimizin altındaki forward tuşuna basmadan önce bir durup düşünelim. Önce düşünelim bir: Bu yazılanların kaynağı ne kadar sağlam? Mesela yok efendim Dink’in cenazesine katılanların çoğunluğu kaçak Ermeni ve Kürtlermiş. Neye, hangi gözleme veya araştırmaya dayanıyor bu iddialı cümle? Aslında gerçek olabilir belki, ama karşıt söylem geliştirme şeklinde söylenince hiç inanasım gelmiyor böyle şeylere. Beş misli sorguluyorum. Çünkü insanların, inanırlılığına dair hiçbir temeli olmadan, ortalıkta dolanan her yazıyı "GERÇEK" diye nitelemeleri çok tehlikeli. Üstelik herhangi bir bilgi üzerinden propaganda yapılıyorsa iyice temkinli olmalı. Bir şeyi “Bu böyle!” diye başa vurarak söylemekle, bilgi verme veya görüş amacıyla ortaya sunmak arasında dağlar kadar fark var. İnancın Sağlam Temelini Sarsacak Kadar Kuşku Özetçesi şudur: Geçmişte insanlar baş edemedikleri olaylar karşısında çeşitli inançlar geliştirerek ayakta kalmışlar. Teknolojik olarak ilerleme kaydetmiş olsa bile bugünkü insan da benzer türde ilkel inançlarla yaşamakta. Akıl dediğimiz nesne bile, sorgulamaya değil de inançlarımızı desteklemeye yarayan bir alet sanki. İnsan inançlarını bilim kisvesi altında, önemli adamların ağzından vs. sunarak kendi aklının oyununa geliyor. Bunu böyle yapmaya, insanları uyuşturmaya, körleştirmeye, sorgulamayı sıfırlamaya, böylece kendi doğrusunu dünyaya zerk etmeye çalışan karanlık bir güç, canavar veya öcü var mı bilemiyorum ama durum her geçen gün vahimleşiyor. En güzide insan öbeklerinde bile sorgulamadan yargıya varan, üstelik de yargılarından son derece emin bir dolu insan var. Karşımızdakinin niyetinden, kimin ne yapmaya çalıştığından bile çok eminiz. Biz o kadar öngörülü ve yüce değerlendirme kapasitesine sahip insanlarız ki zihin okuyucusuna bile gerek yok. Biz biliyoruz. Hatta kafamızda hiç soru işareti kalmayacak kadar iyi biliyoruz. Eğer insan oturduğu yerde soru sormasını beceremiyorsa, başka türlü düşünme jimnastiği yapamıyorsa, boynu tek yöne bakmaktan tutulmuşsa, bulunduğu akvaryum pislendiği için kendi benliğinden başkasını göremez olmuşsa çıkıp okyanusta biraz dolaşmalı. (Hem tebdili mekânda ferahlık vardır.) Tabi elini de çabuk tutmalı çünkü çok yakında küreselleşme her yeri kendine benzetecek, dünya kendi pisliği içinde yüzen koca bir akvaryum olacak. Ama tabi gezecekse de turlarla gidip bir fanusun içinde gezmemeli. Her şeyi önceden planlanmış programlanmış hazır haplar yutmamalı. Güney Amerika’ya yağmur ormanlarına, ateş topraklarına gitmeli; Afrika’nın savanalarında, çöllerinde dolaşmalı; Asya’nın yüksek karlı tepelerine çıkmalı, bozkırlarında avarelik yapmalı. Dünyada Kuzey Amerika, Avrupa ve şürekâsı dışında ülkeler ve yaşamlar olduğunu da keşfetmeli. Farklı algılayış biçimleri olduğunu, aynı olaylara farklı yorumlar ve yaklaşımlar getirilebileceğini fark etmeli. Fark etmeli ki kendini ve doğrularını sorgulamayı öğrenmeli. Fark edelim ki soru işaretli cümleler kurmayı öğrenelim. Kendimize göre açıklamalar yapıp inanıyoruz. Yorumlar yapıp inanıyoruz. Yargılara varıp inanıyoruz. Başkalarının önümüze koyduklarına gözümüz kapalı inanıyoruz. İnancın mahsuru yok; inanç iyidir güzeldir hoştur, insanı dinç tutar, hayatına anlam katar filan ama artık ipin ucunu kaçırdık gibi duruyor. Yarattığımız canavarı biraz dizginlemek gerekiyor. İnançlarımıza soru işareti koymalı, daha az emin olmalıyız. Hele başkalarına düşmanlık besleyeceksek, yaptırım uygulayacaksak, onları art niyetli olmakla yargılayacaksak vs. soru işaretlerimizi büyütmeliyiz. Sorgulamalıyız- hem okuduklarımızı, hem duyduklarımızı, hem kendimizi. Hem de bildiğimizi sandıklarımızı. Kuşku duymalıyız- hem okuduklarımızdan, hem duyduklarımızdan, hem kendimizden. Hem de bildiğimizi sandıklarımızdan. Başkaları ile ilgili yargılara varmadan önce sorup soruşturmalı, sorgulamalıyız. Hele bir de yaptırım uygulayacaksak kesinlikle emin olduktan sonra hareket etmeliyiz. Ama önce mutlaka birkaç kutu kuşku hapı yutmalıyız. İnançlarımızın dayandığı zayıf temel çökmeli. İnancın dayandığı bilimsel olarak zayıf ama duygusal olarak kuvvetli temelini çökertmeliyiz. Önemle vurgulayarak söylüyorum: İnançlarımızın da, bilgi dediğimiz şeylerin de doğruluğunun/gerçekliğinin kuşkusuna dayalı yeni bir düşünce sistemi yaratmamız gerek. GEREKLİ. şart. Ancak o zaman insanca bir dünyada yaşama ümidimiz var. Damarında atan asil kandan şüphe duymayan insan, muktedir olduğu asilliğe asla erişemez. Kaş'ta süper manzaralı bir evimiz var. Pek gidemiyoruz. Ama işletmiyoruz da... Ben senelik kiraya vermeyi tercih ediyorum hani içinde biri yaşasın da eve bakılsın diye. Gerçi şimdiye kadar tüm kiracılar evi rezil etti çıktı, borç taktı çıktı, evden mobilyaları çaldı çıktı ya! Neyse... Bu sene de hadi bir haftalığına Airbnb'den verelim olmazsa dedik, bari bir parça masrafını çıkartır. Ben yurt dışında yaşıyorum ve evi ilk defa çalışacağım birine emanet ettim. Ufak tefek sorunlar olabilme ihtimalini de göz önünde bulundurarak misafirlere ekstra meyve, dondurma, damacana ve küçük su aldırtıp dolaba koydurdum. Veysel Bey'e de evde herhangi bir sorun varsa bana hemen bildirmelerini söyledim ki çözelim. Misafirler eve girdikten hemen sonra eve bakan kişi aradı, misafirlere evi gezdirdiğini, sorun olmadığını, ikram için teşekkür ettiklerini bildirdi. Buraya kadar herşey tamam. Fakat sonrasında şikayetler başladı. Akşamüstü misafirlerden Pelin Hanım aradı, evin temiz olmadığını, tozlu olduğunu söyledi. “Bana inanmıyorsanız foto atabilirim” dedi. Ben hemen “Gerek yok” dedim, “Siz öyle diyorsanız öyledir. Yarın hemen bir temizlikçi göndereyim.” O dedi ki “Herkes kendi odasını yaptı zaten, artık anlamı yok.” Bunun üzerine temizlik ücretini kendilerine geri ödemeyi önerdim. Kabul ettiler ve Airbnb'deki 286 TL temizlik ücretini talep ettiler. Aslında o rakam, anahtar teslimi vs de dahil, evin çamaşırlarının yıkanması da dahil, bütün günlük bir temizlik fiyatı. Evin kabasının sorun olmadığını biliyorum; ve çarşaflar filan hiç kullanılmamış, tertemiz olduklarını da biliyorum. Tüm gün baştan başa temizlik 200 TL. Ama hiç lafını etmedim, üç kuruş için tartışmaya girmedim, çünkü misafirlerimin mutlu olmasını istiyorum. İsteklerini kabul ettim. Birkaç saat sonra Pelin Hanım tekrar aradı. “Kusura bakmayın rahatsız ediyorum ama evin sorunları bitmiyor” diye şikayetlerini saydı. Baktım ki durum tatsız, hele de uzaktan milletin sorunları ile uğraşılmıyor, isterlerse ertesi sabah çıkabileceklerini ve tüm paralarını iade edebileceğimi söyledim. Ancak bana gönderdikleri rakamda elbette bir de Airbnb'nin 1240 TL servis ücreti vardı. Bunu elbette geri ödeyemeyeceğimi söyledim. Onlara Airbnb'ye şikayette bulunmalarını tavsiye ettim. Onlar da evden çıkmayı seçtiler. Gerçi Airbnb koşullarında, çıksalar bile ilk gece ücreti iade edilmiyor ama umurum değil, uzaktan böyle dertlerle uğraşmak istemiyorum, gitsinler başımdan kurtulayım, üç kuruş için baş ağrısına değmez. Ertesi sabah onlardan ses çıkmadı. Ben yazıp sordum. Niye yazıp soruyorsam?? Kabahat bende tabii. Sana ne kızım? Şikayetleri varsa onlar sana yazsın veya Airbnb'ye. Gece zaten stresten hiç uyumamışım, iki saat bayılmışım ancak. Millete minnet ettiğin yetmiyor, kimin doğru kimin yalan söylediğini teyit de edemiyorsun uzaktan. Asap bozucu bir durum. Misafirleri de zor durumda bırakmak istemiyorum ama elimden gelen bir şey yok buradan. Gece düşündüğümde 7 kişinin yeni bir yer bulmasının zorluklarını da düşünerek isterlerse kalabileceklerini, daha da indirim yapabileceğimi ilettim. “Hayır, ev çok rezil, biz çıkıyoruz, ödememizi yapmanızı bekliyoruz” demediler. Açıkçası, Kaş'ta fiyatlara bakıp evin ne kadar ucuz olduğunu, başka yerlerde ne benzer imkanı ne de bu fiyatları bulamayacaklarını görmüş olmalılar diye düşünüyorum. Benden 2500-3000 TL ödeme talep ettiler. 2500 ödemeyi de kabul ettim. Ancak bununla yetinmediler, hemen geri ödememi söylediler. Ben de o ana kadar sadece masraf yaptığımı, daha henüz Airbnb'den paramı almadığımı, almadığım bir paranın geri ödemesini prensip olarak yapmayacağımı söyledim. Israr da ısrar, ısrar da ısrar. Çok rahatsız oldum bu durumdan. Bu tür sorunlar yaşandığında uzman olan Airbnb'ye başvurmalarını önerdim. Yapmışlar. Şİkayetleri şöyleydi: "Kaldığımız evde birçok eksiklik ve problem mevcut. 16 Ağustos tarihinde yapmış olduğumuz para iadesi talebinde bu sorunları gösteren fotoğraflar paylaştık. Yine paylaşabiliriz. Temel şikayetlerimiz sırasıyla şu şekilde. Birincisi, evde neredeyse hiç temizlik yapılmamış, yarım günden fazla kendimiz temizlik yaptık. Hala kirli, dokunmaktan ya da kullanmaktan itina ettiğimiz yerler var ve bu konforumuzu çok azaltıyor. İkincisi, buzdolabının sadece buzluk bölmesinin fana yakın olan kısımları soğutma yapıyor, o da buz yapacak kadar değil (buz yapamıyoruz). Üçüncüsü, ev sahibi Gülin Hanım'ın da belirttiği gibi ev uzun süredir kapalıymış, kimse kullanmıyormuş ve bu haliyle Airbnb'de kiralanmaması gerektiği söylemeliyiz. Bu süreçte evin bakım gerektiren birçok sorunu ortaya çıkmış belli ki. Klozetler su akıtıyor. Klimalar soğutma açısından çok yetersiz, bakım gerektiriyor. Dördüncüsü, Gülin Hanım dün sabah temizlik ve buzdolabı için eleman yönlendirdiğini söyledi fakat halen kimse gelmedi. Para iadesi talebimiz şu şekilde: 2 günlük kalış ücretinin ve temizlik ücretinin iadesini talep ediyoruz; toplamda 2332 lira. Bu talebimizin gerekçeleri maddeler halinde aşağıdaki gibidir. -Temizlik ve ev sorunları ile harcadığımız sürenin telafisi; -İlk gün süresince dolapta soğuk suyun olmaması, halen soğutma ile ilgili yaşadığımız sorun gibi tatilde yaşanabilecek en sinir bozucu sorunların manevi telafisi; -Evdeki eksikliklerden ötürü yaptığımız ekstra harcamaların (sürekli dışarıdan bira ve benzeri içecekler almaya gitmek durumunda kalmak, dolapta gıda ürünü stoklayamamamız sebebiyle dışarıdan yemek durumunda kalmak gibi) telafisi." Şimdi... Bu noktada işler renk değiştirdi. Bir kere... Evdeki sorunlar için usta göndereceğimi, denize giderken anahtarı posta kutusuna bırakmalarını söylemiştim. Nitekim öyle yaptılar. Sonra “Kimse gelmemiş” dedikleri DOĞRU DEĞİL. Usta gitti, buzdolabına bakmış, “İçinde yiyecek içecekler vardı, çalışır durumda,” dedi. Bu aradaki gelişmeler ve sakin kafayla düşündüğümde misafirlerin benim iyi niyetimi suistimal etmeye çalıştıklarına kanaat getirdim. Pelin Hanım'ın bana gönderdiği mesaj silsilesi böyle: Bu noktada misafirlerin tavırlarını göstermek üzere birkaç örnek vermek istiyorum. En aklımı başımdan alanı ile başlıyorum: 1) “Buzdolabında su bile soğutamadık. Sadece buzluk çalışıyor. 7 kişi sınırlı su içtik.” !!!!!!!! Neyse ki kayıtlı yani bu laf. Bu mesajı insan ilk okuduğunda “Aman Allah'ım, insanlar benim yüzümden, evin kusuru yüzünden su içememiş, susuz kalmışlar” oluyor. Nitekim öyle oldu benim de tepkim. Ki bunun üstüne her isteklerini kabul ettim zaten hemen. Fakat durup düşündüğünüzde... "7 kişi sınırlı su içtik..." Bu ne demek yaaa? Sanki evde su yok. Almışız koymuşuz. Soğuk su olmazsa oda ısısında su içemiyorlar da susuz kalmayı mı tercih ediyorlar??? Bu kadar mı kaprisliler veya bana vicdan yapıp suçluluk hissettirerek para koparmaya mı çalışıyorlar? Karar sizin. 2) Pelin Hanım, burada mesajında da belirttiği üzere telefonda da bana “On dakikada bir fikir değiştiriyorsunuz” diye ithamda bulundu. ("Siz de sürekli fikir değiştiriyorsunuz" diye ithamı yukarıdaki ekran görüntüsünde gönderdiği mesajlarda da kayıtlı.) “Ne fikri değiştirmişim?” diye sordum. “Önce paranızı iade edeyim dediniz, bu sabah indirim yapayım diyorsunuz.” dedi. "Ulan salak!" dememek için zor tutuyorum kendimi. On dakikada bir değişen bir fikir yok, bu bir. Ertesi sabahtan bahsediyoruz. Yine kendilerinin abartı özelliğini gösteriyor. Değişen bir fikir yok zaten ortada, bu da iki. Düşünmek için zaman bulduğumda onlar için sunulan yeni bir çözüm önerisi var sadece. Onları düşünerek sunduğum teklif bana itham olarak döndü yani. Bu şekilde ithamkar tavırlar çok ama çok rahatsız edici. 3) Kendileri bana dedikleri ve Airbnb'ye şikayetlerinde tekrarladıkları gibi “iki günümüz mahvoldu” iddiasındalar. Pazartesi sabah konuşmamız sırasında bana bunu birkaç kez söylediklerinde artık dayanamayarak “Veysel Bey... Dün siz eve kaçta giriş yaptınız?” diye sordum. “3.5-4” dedi. “Şimdi saat kaç?” dedim. 12 gibiydi daha. Kendisi basit bir soruma cevap vermek yerine “Siz bizim mağduriyetimize rakam biçemezsiniz,” diye tepki verdi. Tipik bir altta kalmama çabası. “Rakam biçmiyorum, istediğiniz rakamı iade etmeyi de kabul ettim, ama bugün ödeyin'i kabul edemem ben ödeme almamışken” dedim. Aslında rakam biçmiyorum dedim ve biçmedim de zaten ama düşündüğünüzde, dünyada hayata fiyat biçiliyor. Birileri kaza sonucu öldüğünde kaç yaşında olduğu, ailesine ne kadar getiri gücü olduğunun mahkemelerde hesaplandığı bir dünyada yaşıyoruz. Ben burada kaç gün kayıpları olduğunu düzeltmişim, tepki bu mu olmalı? Ayrıca, biz anlaşamıyorsak hakem olarak Airbnb'nin değerlendirip biçeceği bir rakam var elbette. Bu arada ilk gün eğer denize gitmemişlerse, iddia ettikleri gibi günlerini “değerlendirememişlerse” zaten geç giriş yaptıkları için değerlendirilememiş. Ki bana zaten herşey yolunda dendi ilk başta. Kaç saat sonra, akşam 22:30'da geri dönüş yapıldı sorunlarla ilgili. Dolayısıyla denize gidilmemesi için bir sebep de yoktu ortada. İkinci günü ise ful değerlendirdiklerini biliyorum, usta geç vakitte gidebilmiş yoğunluktan, evde kimse yokmuş o saatte dahi. Yani, söylemesi ayıp, palavra sıkıyorlar. Ve onların bu yaptıkları çok daha ayıp! 4) Kendileri benden hemen anında geri ödeme yapmamı talep ettiklerinde “Neden hemen istiyorsunuz, güvenmiyor musunuz bana?” diye sordum. “Yok ondan değil, tatil için elimizde paramız olsun istiyoruz” dedi Veysel Bey. Böyle bir argümanın mantıklılığını da takdirinize bırakıyorum. Tatile çıkmışlar, sanki tatili geçirmek için paraları olmadan mı çıkmışlar? Tevekkeli değil benden para koparmaya çalışıyorlar. Benim suçluluk duyup iyi niyetle hemen geri ödeme yapmaya hazır olduğumu görünce bunu kullanmaya kalkmışlar intibası uyanıyor bende. Ben kendilerine ful iyi niyet gösterdim, aramalarına hemen yanıt verdim, çözüm önerileri sundum. Evin temizliği tam olmayabilir, ancak gönderdikleri fotolarda bir tek çöp kutusundaki leke kabul edilemez bir durum. “Onun da açıkçası ilk girdiklerinde mi öyle olduğunu, yoksa sonradan mı olduğunun yargısını yapamıyorum ben bu noktada” demek geliyor içimden ama insanlara bilmeden suç atmak adetim değildir, yapmam. Diğer gönderdikleri fotolar el değmeyen ve zaten kullanılmayı gerektirmeyen aspiratör, terasın arka tarafında, yine hiç kullanılmayan bir bölüm. Ön tarafında muazzam bir manzara varken hiç kimsenin bakmayacağı bir yer. Ha, elbette olmaması gerekiyordu, evle ilgilenen kişinin eksikliğinin sorumluluğunu alıyorum. Öte yandan, bir tek bu bile, misafirlerin neye odaklandığının (harika manzaraya değil de arka tarafta ayak basılmayacak bir köşede yerdeki kire) ve evin güzel tarafını takdir etmek yerine sorun bulmaya çalıştıklarının göstergesi. Koku konusu da gerçek değil, çıktıkları günün akşamı biz girdik eve, hiçbir koku yoktu. Zaten olamaz da. Orası turistik bir bölge, sağımız-solumuz, önümüz-arkamız pansiyon/otel. Öyle herhangi bir sorun olacak olsa apartmandan birileri hemen duyururdu bize. Zaten terasa gitmesi, fiziksel olarak mümkün değil. Keza, çarşaflar gıcır, yeni alınmış durumda. Evin uzun süreden beri boş olmasından dolayı kaynaklanan ufak sorunlar olabilir ama dolayısıyla herhangi bir virüs tehdidi de içermiyor. Yani avantajı da var durumun. Evin fiyatı da eksiklikler olabileceği için yarımada fiyatlarına göre çok makul tutulmuş durumda. Bu zaten ilanda da yazıyor. Evle ilgilenen kişi “O fiyata yarımadada 8 kişilik müstakil evde, muhteşem manzaralı bir yerde kalıyorlar, Kaş'ta çadırda bile kalamazlar” dedi. "Elbette biraz abartı tabii, misafirlerin 'iki günümüz gitti' dedikleri gibi" diye düşünmüştüm önce ama abartı da değilmiş. Kaş'ta fiyatların nasıl uçtuğunu görünce benim de dudaklarım uçukladı. Fiyatın çok makul olduğu zaten açık. Hemen yan tarafımız küçücük, içinde hiçbir hareket alanı bulunmayan bir odayı üç kişilik diye veriyor neredeyse aynı fiyata. Üstelik manzara alanı bizimkinin yarısı, ve yarımadada manzaraya fiyat ödüyorsunuz. Ev standardı aynı değil elbette. Ama fiyat da kıyaslanamaz. "İşbu nedenlerle, zaten abartı olduğu yaklaşımlarından belli olan müşterilere 200 TL temizlik geri ödemesinden başka herhangibir geri ödemeyi kabul etmiyorum," diyecektim ama onu da kabul etmiyorum, bana harcattıkları zamana, strese ve paraya saysınlar. Eğer vakit harcamışlarsa, zaten ucuza mal ettikleri bir tatili şikayetle daha ucuza getirmek istemelerinden kaynaklanıyor, sorumluluğu bana ait değil. Tam tersine, ben de kendilerinden şikayetçiyim. Kendileri, olmayan sorunlar yüzünden bana dünya vakit dışında para da harcattılar. Kaş'ta ustalar size fiyat vermeden önce “Neresi?” diye soruyorlar, “Yarımada” denince iki misli fiyat veriliyor. Hele ki sezonda, “Acil” deyip gün içinde birini göndermeye kalktığınızda ekstra ücret isteniyor. Çalışan ve içinde yiyecek bulunan bir buzdolabına adam göndermek için onlarca telefon edip minnet yapmak hiç hoş değildi. Evi, zaten misafirlerin şikayet ettiğini duyunca Airbnb'den hemen kapattım. Pazar akşamı, aynı gece kapattım. Bu da ne kadar özenli bir ev sahibi olduğumun göstergesi. Gerçi dün akşam misafirlerin “7 kişi kısıtlı su içtik” gibi söylemlerinin ardındaki suçlu hissettirme taktiğini fark ettiğimde geri açmayı düşündüm ama yapmadım, evin durumunu kendim gördükten sonra açmak için beklemeye karar verdim. Tabii bütün bu tavırları bir arada değerlendirdiğinizde Pelin Hanım'ın "İndirim dediğiniz nasıl bir indirim mesela?" diye sorması bile iyi niyetimi suistimal etmek için fırsat araması gibi geliyor benim kulağıma... Veysel Bey, Veysel Tekdal... Konuşmalarımız sırasında "Benim kimliğim ortada" deyip durmuştu, sanki benimki değilmiş gibi! Üstelik benimki iyice ortada, onlara seyahatlerimin gazetelerde çıkan linklerini göndermişim. Bunlar dediler sadece Eskişehir'de bir üniversitede görevliler ama hangi üniversite hangi bölüm bilen yok. Her neyse... Benim her şeyim açık ve ortada olduğuna göre onları "ifşa" etmemde de bir sakınca görmüyorum. Zaten internette, yani Airbnb'nin sayfasında açıkça var, buraya da bir not düşmüş olayım. Kişi bu: Belli ki karşılıklı olarak birbirimizden memnun kalmadık. Durum için hem misafirler adına, hem kendi adıma üzgünüm tabii. Fakat dedim ya, onların çıktıkları akşam biz girdik eve. Söylediklerinde yarı gerçeklik payı var ama çoğu abartı. Evin eksiklikleri olduğunu kabul ediyorum, ben de gördüm. Ne var ki Veysel Bey'in grubunun şikayetleri biraz iyi niyet sınırını aştı. Aşmasalardı zaten ben geri ödeme yapardım ve sorun olmazdı. Ama bu tür insanlara pabuç bırakamıyorum ben. Kendileri de pek hoş değildi ayrıca. Kamp sandalyelerim kırılmış ve gitmiş. Bulaşıklar yıkanmıştı ama ocak yağ içinde yüzüyordu ve korkunç yanmış et parçaları filan vardı. İğrenerek temizledim mecburen.
Bir daha sefere evi adam gibi tekrar kendim düzenleyeyim, elden geçirilmesi gereken yerler varsa ilgileneyim, sonra da evin fiyatını arttırıp ucuzcu tatilcilerin gelerek bir de şikayet ederek baş ağrıtmasının önüne geçeyim diyordum ki... Airbnb'nin tutumunu görünce böyle sorunlu bir platformu toptan terk etmek en doğrusu geldi. İnsanın olduğu her yerde yanlış ve sorun mevcut ama böylesi adaletsizlik kabul edilemez. Anlatayım: Olay öyle geçti gitti, konu kapandı sanıyordum. Üstünden bir aydan fazla geçti ve Airbnb'den bir mesaj aldım. "Umarım iyisinizdir, misafirleriniz evinizde kalışlarını tamamladı mı, konuyu hallettiniz mi?" babında bir mesaj. Pazar günüydü, zaten üstünden bir aydan fazla geçmiş, dedim ki bir-iki gün sonra yazarım, nasıl olsa acelesi yok. Ama o da ne?? Ertesi gün öğlen Airbnb "Biz sizden cevap alamadık, misafirlere geri ödeme yapacağız kurallarımız çerçevesinde" diye bir mesaj atmış ve iki saat içinde de geri ödemeyi gerçekleştirmiş! Bütün bunlar da bize ilk yazdıkları mesajın üstünden daha 24 saat geçmeden olmuş bitmiş! İnanamadım böyle bir olaya! Dehşet verici bir durum: Milyar dolarlık uluslararası böyle bir platformda bir tarafa söz hakkı tanımadan yargıya varılıp işlem yapılması, bu derece kepazelik inanılır gibi değil! Şimdi... Biz paramızı almışız, Airbnb'nin bizden o parayı geri alma durumu yok. Zaten ilerideki kazancımızdan kesileceğini söylemişler. Fakat ortada çok ciddi bir sorun var. Airbnb, bize yazıp sormuş misafirler kalışlarını tamamladı mı diye ama bize cevap verme hakkı bile tanımamış. 24 saat beklememiş yaaa 24 saat beklememiş! Kendi bir aydan uzun süre sürüncemede bırakmış, biz tabii, misafirler çıktıktan sonra hiçbir aciliyeti olmayan bir anda onların emrine amade olmalıyız saat başı! Onlara laf anlatmaya çalıştım, yaptıklarının hakkaniyetsizliğini... Yani para iadesi de önemli ama ondan ziyade, yapış şekilleri kabul edilir değil. Uzun uzun açıkladım, sorular sordum. Hiçbirine cevap alamadım, ve yaptıkları yanlış için de bir özür duyamadım. Ha özür diliyorlar, aman geç cevap verdikleri için, aman kişisel olarak verdikleri karar için. Fakat yaptıkları, affedersiniz "öküzlük" için, bana söz hakkı tanımadan yargılamaları için bir tek pişmanlık ifadesi ve davranışlarının yanlışlığını kabul etmek yok. Aman bizim kurallarımız böyle, siz ihlal ettiniz vs. Glazia, Bianca, Angelica ve Princess E... Sürekli "case manager" değişiyor, ama kapasitesizlikleri değişmiyor. Zaten bir daha Airbnb kullanmak gibi bir niyetimiz olmadığı için sorun yok ama bu kadar büyük bir platformun bu kadar akıl almaz derece adaletsiz, bir tarafa söz hakkı dahi vermeden işlem yapması dünya adına üzücü ve gelecek adına korkutucu. Herkes istiyor ki, karşı tarafın yanlış davranma ihtimaline karşı kendini koruyacak birileri olsun. Haklı olarak. Ancak karar merci de bu kadar kifayetsiz olup, kendi esas yanlışa sebep olduğunda durum vahim. Millet evde olmayan sorunları varmış gibi göstermeye çalışsın, ufak şeyleri abartsın. Evin güzel ve avantajlı taraflarını, ve ucuzluğunu takdir etmesin. Airbnb de sana göstermelik sorup onlara para iadesi yapsın. Açıkçası, bir kurumun kalitesi ancak bir sorun olduğunda belli olur. Airbnb, bu konuda çok ciddi çuvallıyor. 1021 Dehşet Verici Airbnb Hikayesi'ni inceleyen kişiler mi dersiniz, kazayla Airbnb'de ulusal çapta bir dolandırıcılığı ortaya çıkaranlar mı dersiniz... Eminim siz de birçok şikayet duymuşsunuzdur. Herkes bir şekilde karşı tarafın yanlış davranışından korunmak istiyor. Haklılar da insanlar. Peki ya sizi koruması gereken merci, en temel adalet ilkesine uymadan, sizi dinlemeden karar veriyorsa ve size zarar veriyorsa bunun ne anlamı var? Açıkçası ben rastgele bir yere girip şansıma güvenmeyi ve bahtıma ne çıkıyorsa kabul etmeyi tercih ederim. Airbnb, maalesef bu konuda çok başarısız. Yazışmalarımızın tam metni İngilizce olarak bulunabilir: Airbnb- An Unfair Platform Evet, güvenlik bir histir, bir gerçeklik değil.
Oysa kimse bunun farkında değil. Oysa yanılır insan, bir hülyayı sanır ki gerçek. Bir sanrıyı sanır ki eline geçirebilir. Havaalanlarındaki güvenlik önlemlerine karşıtlığım meşhurdur. Üstüne düzinelerce yazılar, kitaplar yazmışlığım vardır. Geçen gün süpermarkete gittiğimde benzer bir şeyle karşılaştım. Şimdi... Maske Uzmanlar, WHO ve benzer büyük sağlık kuruluşları, baştan beri diyorlar ki “Maskenin koruyucu bir özelliği yok. O, eğer hasta iseniz, başkalarına bulaştırmanızı engelleyici.” Hatta sizin takmanız, sizin için koruyucu olmanın tersine, virüs bulaşacak olursa, maskeler onu tutup ağız veya burnunuzdan içeri girmesine uygun bir mekan, zıplama taşı oluşturabilir. Sonuçta ağzınızı burnunuzu tam kapayan N95 tarzı maskeler kullanmıyoruz biz sıradan vatandaş olarak. Ama gel gör de bunu insanlara anlat. Nedense, psikolojik bir nedenle elbet, bu maskelerin koruduğuna inanıyor, takıyor insanlar. Hatta arabalarının içinde maskeli insanlar görüyorum. Peki ne oluyor? Sadece atıkları arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Her gün milyonlarca maske çöpe gidiyor. Yani maddi anlamda harcanan paradan da bahsetmiyorum, dünyaya çöp olarak geri dönüyor tüm bu maskeler. Thor, şu anda Hong Kong'da mahsur kalmış bir dünya gezgini. Kendisinin çoğu kavramını beğenmiyorum, onaylamıyorum; ancak bu konuda onunla aynı fikirdeyim. Herkes maske takarken o ısrarla Hong Kong metrosunda dahi maskesiz dolaşıyordu. Ha, ama ne oldu? Öyle bir ortamda, mahalle baskısına uğruyorsun. Koruyucu olduğuna inandığından değil, ama fanatik bir şekilde buna inanan birinin maske takmıyor diye ona saldırması riskine girmek istemediğinden artık dışarıda takacağını söylüyordu. Şahsen ben de nadir dışarı çıktığımda alışveriş kuyruğunda tek olmuyorum, genelde benim gibi bir kişi daha oluyor ama 1-2 kişi dışında herkes maskeli. Kasiyerleri anlıyorum, onlar bir sürü farklı insanla temas halindeler. Ve zaten onlarda N95, yani doğru düzgün maskeler var. Tamam da... Gerçekten, eğer hapşırmıyorsak ve insanlarla aramızdaki mesafeyi koruyorsak bizim maske takmamız ne işe yarıyor anlatsanıza bana bir Allah aşkına! Eldiven Eldiveni de anlamsız buluyorum. Eldivenin cross-contamination, yani çapraz bulaşmaya müsait olduğu birçok yerde açıklandı, gösterildi. En öne çıkanlarından biri bir hemşirenin yaptığı demonstrasyondu. İlgilenenler internette daha fazla araştırma yapabilir konu üstüne. Eldiven, aman da öyle taktım bitti diye kullanılacak bir şey değil. Eğer mikrop virüs bulaşmasını önleme amaçlı eldiven takacaksanız onun izlemeniz gereken çok sıkı, ince kuralları var. Yani boru değil. Halbuki, genel halk ne yapıyor? Bunların hiçbirinden zaten bi-haber. İlgilenmiyor araştırmıyor öğrenmiyor. Alıyor eline takıyor, işi bitince çıkarıp atıyor. Ha, ne sağlıyor? Sahte bir güvenlik hissi sağlıyor. Bu da aslında tehlikeli. Gerçi eldivenin bir avantajı olabilir, elini yüzüne götürmeye kalktığında orada işi olmadığını fark etmelerini sağlayabilir insanların. Ama o kadar. Süpermarket Şimdi gelelim son yaşadığım olaya... Her markette olan bir olay değil. Hatta diğer marketlerde hiç başıma gelmedi. Adını vermeyeyim, bir Fransız süpermarketi. Gerçi orada da önce kimse bir şey dememişti. Sadece bir müşteri yolda durdurup “Aman da maske takmıyorsun” dedi, ben de aldırmadım. Fakat sonra ne oldu? Kasaya geldim. Kasiyer irkiliverdi. Ne maskesi ne eldiveni olmayan bir müşteri! Sanki koronavirüsün insana bürünmüş haliymişim gibi gözlerle baktı bana. Dedi ki “Maske ve eldiven takmalısın.” “Ok,” dedim. Hani şimdi oradayım zaten, olan olmuş, bir dahaki sefere artık diye. Fakat o aynı fikirde değildi. “Ben şimdi alıp getiriyorum sana eldivenleri,” dedi. “Maskeyi de sen bulmalısın.” O anda yumurtadan maske çıkaracak halim yok tabii. Bekledim. Baktım gitmiş bana eldiven diye iki küçük kare plastik torba getirmiş. Belli ki eldivenler bitmiş, kısa yol buna başvurmuşlar. “Bunlar meyve-sebze alırken kullanılmak için değil mi?” diye sordum. Yok, her zaman kullanacakmışım. Şimdi tabii kadına eldiveni, hele de bu şekilde bileği kapatmayan bir eldiveni, hele de ben alışverişimi tamamladığım noktada banda koymak üzereyken kullanmanın anlamsızlığı üstüne nutuk çekecek durumda değilim o anda. Yani zaten istesem de yapamam, İtalyancam yeterli değil. Mecburen, “gibi” yaptım. Elimin birine geçirdim ve teker teker malzemeleri banda koymaya başladım. Fakat öyle “torba eldiven” ne kadar rahatsız bir şey biliyor musunuz? Sürekli elden çıkıyor. Neyse, bir şekilde itaatkar müşteri rolümü oynadım, ödememi yaptım ve marketten çıktım. Fakat eve geldiğimde kocamla korkumu paylaştım. Artık uçmadığım, pek kimse uçmadığı, hatta uçak olmadığı için havaalanlarındaki güvenlik tacizinden rahatsızlığım geçmişti demeyeyim de en azından rafa kalkmıştı; korkarım ki şimdi daha kötüsü bizi, daha doğrusu beni bekliyor: Her gün dışarıda nasıl gezdiğimizi nizama sokmaya çalışacaklar. Yani Büyük Abi devletlerden uzun süre nefes almamız mümkün gibi durmuyor maalesef. Muska ve Dua Üstelik diyorlar, nüfusun büyük çoğunluğu % 40-70'imiz kapacağız bu virüsü diye. Artı, kaptığınızda illa öleceksiniz diye bir şey de yok. Tabii kimse gereksiz yere acı çekmek istemiyor, ben de istemiyorum. O nedenle de mümkün olduğunca dışarı az çıkıyorum, dışarıdan gelince veya dışarıdan gelen bir madde ile temas edersem elimi antibakteriyel sabunla yıkıyorum. Onun dışında gün içinde sabunla yıkıyorum. Bunları, kendi açımdan, yeterli buluyorum. Kendi önlemimi kendim alıyorum. Diğer insanlardan da tek beklediğim, burada (İtalya'da) bir densizin yaptığı gibi, kasten hastalık bulaştırmak için yüzüme öksürmeye kalkmamaları. Onun dışında kendileri ne isterlerse yapsınlar da, beni kendilerinin takıntılarına uymaya mecbur etmeseler memnun olurdum. Kim kontrol edecek insanlar daha önce kullandıkları maskeyi yeniden kullanmıyorlar diye? Kim kontrol edecek eldiveni düzgün kullanıyorlar, yanlış bir yere dokunup sonra tekrar başkasının dokunacağı ortalık mallarını ellemiyorlar diye? Gerçekten... Kim nasıl sağlayacak insanların maskeyi eldiveni kuralına uygun şekilde kullandığını? Ama yok, önemli değil zaten o. Bizim derdimiz göstermelik. İnsanlar “gibi” yaptıkları sürece önemli değil. Güvenlik bir his. Gerçek değil. Benim güvenlik ihtiyaç eşiğim düşük, maalesef çoğu insanınki çok yüksek. İşe yaramıyor bile olsa bir maske veya eldiven takıp o sahte güven duygusunu hissetmeye ihtiyaç duyuyor. Aynen havaalarındaki sahte güvenlik tiyatroları ile içlerini rahatlattıkları gibi. Ah keşke onun yerine muska takıp veya üç Kulhuvallah bir Elham okuyarak kendilerini güvende hissetseler. Siz sağ ben selamet! Sokağa Çıkma Yasağı ve Ekmek Tarafgirlik mi Sağduyu mu? Hangisi Kazanacak? Minyon Şehir Bir Dünya Gezgininin Koronaya Bakışı Bir Anarşistin Koronaya Bakışı Toplumsal Çöküntü ve At Gözlüklülük Hamiş: Yazılarımı paylaşarak veya finansal olarak bana destek olabilirsiniz. Patreon Hani ne yapayım ben de biraz yeni dünyaya uyayım dedim... Sokağa Çıkma Yasağı ve Ekmek
Tarafgirlik mi Sağduyu mu? Hangisi Kazanacak? Minyon Şehir Bir Dünya Gezgininin Koronaya Bakışı Türkiye'de 10 Nisan'da son anda açıklanan hafta sonu sokağa çıkma yasağı sonrasında büyük olay oldu. Açıkçası ben bunu anlamıyorum. Kimse beni o kalabalığın içinde olmaya zorladı mı? Zorlamadı. Dolayısıyla da şikayet etme gibi bir derdim olmaz, olamaz. Ha, diyebilirsiniz ki “Onlara bulaşacak, onlar da bize bulaştıracak, yayılıp duruyor, buna fırsat yaratıldı.” Sanırım ben anarşist olduğumdan, hükümetin beni doğal bir virüsten korumasını beklemiyorum. Üstelik diyorlar, nüfusun büyük çoğunluğu % 40-70'imiz zaten kapacak bu virüsü. Hatta şahsen bizim evde kapmamış olduğumuzdan bile emin değilim. Artı, kaptığınızda illa öleceksiniz diye bir şey de yok. Tabii kimse gereksiz yere acı çekmek istemiyor, ben de istemiyorum. O nedenle de mümkün olduğunca dışarı az çıkıyorum, dışarıdan gelince veya dışarıdan gelen bir madde ile temas edersem elimi antibakteriyel sabunla yıkıyorum. Onun dışında gün içinde sabunla yıkıyorum. Bunları, kendi açımdan, yeterli buluyorum. Kendi önlemimi kendim alıyorum. "Kişisel sorumluluk" kavramı benim için çok önemli. Ha, hükümetten hiçbir şey beklemiyor muyum? Bekliyorum. Çünkü istemim dışında bu sisteme mahkumum, vergi ödüyorum. O nedenle yollar delik deşik olunca (İtalya'da) kızıyorum. O nedenle hastaneler düzgün çalışmayınca (İtalya'da) kızıyorum. Çocuklar bedava okusun diye vergi verip devlet okulları berbat olunca kızımı özel okula göndermek zorunda hissedince kızıyorum. Bunların hiçbirini devletin yapmasını beklemiyorum ve istemiyorum aslında. Ama bana zorla vergi dayatıyorsa eşşek gibi yapmalı. Ha, yapmıyor; ama benden silah zoruyla para almayı biliyor. Orada köpürüyorum yaa köpürüyorum. Hadi vergi alsınlar, ödeyeyim, ona çok bir itirazım yok aslında. Benim vergilerimi kendi kafasına göre harcamalarına da köpürüyorum. O nedenle Yeni bir Vergi Sistemi getirilmeli diyorum. Diyorum ama hiç kimse de paylaşıp bu harika fikri yaymaya yardımcı olmuyor, herkes statükoda takılı. İtiraz ederlerse yine statükonun belirlediği çerçeveler içinde itirazları. Bunlara köpürüyorum Ama... Devletin bana korona kapmayacağım diye bir garanti vermesini, beni koronadan korumasını beklemiyorum. Ha, hastalanırsam, iyileşmem için bana makul bir sağlık hizmeti sunmasını bekliyorum. Çünkü dediğim gibi benden bunun için istemim dışında kaba güçle vergi topluyor. Ama o kadar. Gerisini hayatın takdiri veya ilahi takdir diye kabul ediyorum. Tevekkülün çok önemli bir erdem olduğunu düşünüyorum, çoğu insanda eksik olan bir erdem. Yasaklar Çoğu insan bu erdeme sahip olmadığı için başına her ne gelirse gelsin suçlayacağı bir merci arıyor. Eh, tabii bir yere kadar haklılar. Hükümetler, bizi yönetme sevdasına bu işe soyunmuşlar, sonuçlarına da katlanacaklar. Fakat olan yine bize oluyor. Neden? Çünkü herkes, özellikle de politikacılar, öncelikle kendi, afedersiniz “kıçlarını” korumak istiyorlar. Eh, ne oluyor, yasak koyuyorlar. Çünkü onlardan beklenen şeyler var. İşe yarasın yaramasın, bir iş yapıyormuş gibi görünmeli. Peki yasak konulunca ne oluyor? Dünyada cins cins insan var, o cinslere göre listelemek lazım: 1) Yasak konduğunda bile anlamayacak cahiller var, 2) Yasak konsa bile aldırmayacak vurdumduymazlar var, 3) Sıkı yasak koyarsan uslu uslu uyacaklar var, 4) Amerika'da olduğu gibi yasaklara karşı çıkan, özgürlüklerinin kısıtlanmasını kabul etmeyen, dışarı çıkmak isteyen ve çıkan insanlar var. John Oliver'ın, galiba Coronavirus III (https://www.youtube.com/watch?v=ElIf2DBrWzU programında vardı. Adam “Torunlarımın dedem ölmekten korktuğu için aç kaldık demesini istemem, ölümü göze alırım” diyordu. Eh tüm bu cins cins insanları tatmin edecek ve hepsini bir kalıba sokacak şekilde kural koymak zor. Ben yasak taraftarı değilim, insanları eğiterek sonra kendi yargılarına bırakma taraftarıyım. Yasak koyarak hiçbir şey çözmüyorsunuz. Yani geçici rötuşlar atılıyor ama altta yatan önemli sorun aynen kalıyor. İnsanlar hep daha büyük bir güce, hükümete, büyük abiye ihtiyaç duyuyor. Kontrol Ha iyi, tamam, yasak getir. Her şeye, insanların her hareketine yüzlerce yasak koy. Tabii bunları denetlemen de lazım sonrasında. Bunca insanın hareketlerini, evden çıkıp girişini kontrol etmekle başa çıkamazsın. Ben ki havaalarında güvenlikleri ile derdim vardı, şimdi resmen tüm hayatımıza yayılmaya doğru gidiyor bu kontrol mekanizması. Şimdi süpermarketlere değil, sokağa maskesiz çıkman yasak olacak. İyi güzel. Koydun tüm yasakları, kuralları. Hepsi düzgün, yerli yerinde. Yine de, insanlar iflah olmaz. Korkup aldırmaz. Kuralları çiğner. Her zaman olacak öyleleri. Evde oturmaları bangır bangır söylense bile hafta sonu hava güzel olduğu için piknik yapmaya çıkacak insanlar var. Eğer yasak olmasa... Burada (İtalya'da) da Paskalya olduğu için milletin dışarı çıkacağını biliyorlar. Eh, bizim hükümet (TR) de hava güzel olunca hafta sonunda milletin sokaklara döküleceğini piknik yapacağını görmüş. Engel olmak istemiş, ama sonrasında marketler önünde izdiham yaşanınca kıyamet kopmuş. Burada Paskalya'da daha fazla denetim yapılmış, normalden dört misli ceza kesilmiş. Benim yakınımda bile yapıyor insanlar. Kayınvalide 86 yaşında. Dışarı çıkmaması lazım, aşikar. Tamam, oğulları veya torunları arada ihtiyaçlarını götürüyor, gönüllüler alışverişini yapıyor. Peki Paskalya'da ne oldu? İki torunu ziyaretine gitmiş. Gerekli mi? Elbette hayır. Gerekli ise sadece birinin gitmesi yeterli, ikincisi gereksiz. Yani katı katıya baktığında yapılmaması gereken bir şey. Peki cidden gereksiz mi?? İnsanın maddi ihtiyaçları dışında manevi bazı ihtiyaçları da var ve bazen onlar ağırlık kazanıyor. Paskalya onlar için önemli. Kadın bir aydan fazladır yalnız. Torunları maske takıp ziyaretine gelmiş. Tabii bununla da bitmiyor. Bir hafta sonra bizim kayınvalide kendi gitmiş süpermarkete. Yasak mı yasak. Ama sıkılmış, dışarı çıkma ihtiyacı duymuş. Risk kendinin mi? Evet kendinin daha çok. Ama toplumu tehlikeye atıyor mu? Onu da atıyor. Çünkü hastalanırsa kim bakacak ona? Toplum. Ve gereksiz yere bir makine işgal edecek ve birinin hayatına mal olacak belki. Ama bunun sonu var mı? Sınır nerede çizilmeli? Kim belirlemeli? Hadi hükümet çizdi, kuralları, yasakları belirledi. Kontrolde eksik kaldığı için yakalanmayan kaçakların yanına kaldı, yakalananlar şanslarına mı küssün? Adaletsiz değil mi bu? Madalyonun Öbür Yüzü Ha tabii bir de işin diğer boyutu var. Bu yasağı uygulayanlar kim? Yine insan. Burada (İtalya'da) yaşanan iki basit olayı anlatayım. Birinde bir doktor, ki çalışan bir doktor... Arabasında bir bozukluk varmış. Yani araba yürüyormuş ama aksamış mı ne. Doktor izinli gününde onu tamir ettirmek için bir parça almaya çıkmış. Polis çevirmiş “Ama sen şimdi çalışmıyorsun, dışarı çıkmaman lazım” diyerek ceza kesmiş. Kadın da parlamentoya yazmış, şimdi dava açmaya hazırlanıyordu. Uğraş işin gücün yoksa. Onun dışında aman bir kumsalda, etrafta hiç kimse yokken oturmuş bir kadına ceza yazmış polis. Yahu evin tam kumsalın iki adım ötesi. Issız bir yer. Çıkmışsan ne olmuş? Sosyal mesafeyi filan ihlal etmiyorsun kimseyi tehlikeye atmıyorsun. Ama ihtiyaç dışı dışarı çıkmak yasak mı? Yasak. O zaman bas cezayı. Bazı otorite sahipleri aklını kullanmayıp harfiyen kanunlara kurallara uymaya kalkınca al başına belayı oluyor birileri için. Hadi doktorun dava açtığında kazanma ihtimali var, yani o bile kesin değil bana sorarsanız ya, ve de değmeyeceği, kadının hayatından gereksiz yere fazlasıyla çalacağı da aşikar. Ama diğer kadının hiçbir şansı da yok gibi. Hakim kanunun harfine bakıyor çünkü genellikle. Çünkü yapması gereken o. Tüm bunları tartıp biçtiğimde benim vardığım sonuç tüm bu aman da iki saat öncesinden yasak getirdiler bir sürü kişinin hastalanmasına sebep oldular, aman da şunu doğru söylemiyorlar, aman da o bu şu tartışmalarının anlamsızlığı. Sar baştan kaderciliğe... Tevekkül mirim tevekkül. Sana tavsiyem tevekkül. Dünya böyle, insanlar boktan, kendine en uygun şekilde davranıp gerisini Allah'a mı kadere mi şansa mı neye istersen bırakmaktan başka yapacak bir şey yok :) Güvenlik Bir Histir Hamiş: Yazılarımı paylaşarak veya finansal olarak bana destek olabilirsiniz. Patreon Hani ne yapayım ben de biraz yeni dünyaya uyayım dedim... |
|