Bir Kazanın Anatomisi

Takla atmaya başladığımız sırada ne hayatım gözlerimin önünden geçti, ne de dua etmeye başladım. Tek düşünebildiğim “Neler oluyor?” idi ve içimden bir ses “HAAAAAYIIR” diye bağırıyordu.
***
Nihayet sarsıntı durduğunda beynim de durmuştu sanki. Gözlerimin önündeki kan gölünü görebiliyordum ama bir şey ifade etmiyordu.
Bir yerden kan damlamaya devam ediyor…
Jody’nin sesi kendime getiriyor beni. “Gülin, iyi misin?”
“Evet iyiyim.”
Tepetaklak, direksiyonla koltuk arasında sıkışmış dururken ne olduğunu kavramaya çalışıyor beynim hâlâ. Birden Jeff’in ayağını görüyorum önümde. Kopmuş gibi duruyor. “Jeeeeff! Jeff iyi misin?”, “Jeff iyi misin?”, “Jeff iyi misin?” diye kaç kere tekrarladığımı bilmiyorum zayıf bir “İyiyim” yanıtı alana kadar. Sesi pek inandırıcı gelmiyor. Korkuyla ayağını oynatıyorum… Oynuyor ama hâlâ emin değilim canlı olduğundan.
Jody dışarıda… Yanıma gelip tekrar soruyor “İyi misin?” diye. “Seni oradan çıkarmamız lazım.”
Hareket edemiyorum. Emniyet kemeri sımsıkı tutuyor beni, izin vermiyor kıpırdamama. Jody bir şekilde çözüyor kemeri. Kapıyı açmama gerek yok. Artık camı olmayan pencereden dışarı çıkıyorum sürünerek.
Jeff de dışarıda… Herkesin tek parça ve hareket edebiliyor olmasına sevinmem gerek ama hâlâ ilk şoku atlatabilmiş değilim. Yüzümde gözümde kan olduğunu hissediyorum ama aldıran kim? “Özür dilerim Jeff,” diye takılmış plak gibi dönüp durmaktan başka bir şey yapamıyorum.
“Her şeyi mahvettim.”
“Sadece para,” diyor Jeff.
“Hayır, sadece para değil, biliyorsun.”
“Planlar değişecek, o kadar.”
Hayır, o kadar basit değil! Ne güzel hayallerimiz vardı. Artık yok…
Her şey ne kadar güzel olacaktı... Mahvettim her şeyi!
Ağlayamıyorum bile…
Şili ile Arjantin sınırı arasında, “No Man’s Land” denilen, hiç kimsenin ülkesindeyiz. Rüzgâr acımasızca esiyor. Her şeyimiz etrafa savrulmuş durumda. Tuvalet kağıdı metrelerce ötede uçuşuyor.
Jody yardım bulmaya gitti. Jeff yağmurluğunu uzatıyor bana. “Ben üşüyorum, sen donuyor olmalısın.” Doğru… Ama istemiyorum. Arabanın dibinde kıpırdamadan öylece kalmaktan başka hiçbir şey istemiyorum.
“Benzin sızmaya başlamasından korkuyorum, eşyaları bir an önce toplamamız lazım.”
Doğru diyor Jeff. Biliyorum şimdi sızlanma zamanı değil; o sonra da yapılabilir; olan oldu artık, sorun olmaktansa çözüm olmam gerek şu anda. Hiç içimden gelmese de kalkıyorum, eşyaları gelişigüzel çantalara tıkmaya başlıyoruz.
“Afrika’daki tüm tur rehberleri sürekli takla attırırlar Land Rover’lara.”
“Bana ne başkalarından? Bana olmamalıydı!” diye isyan ediyor içim ama dile getirmiyorum. (*)
Land Rover’lar devrilmeye meyilli arazi araçlarıymış. Ondan da bana ne?
(*) Şimdi düşününce “Neden bana olmamalıymış?” diye soruyorum kendime. Tabii ki bu sorunun yanıtı yok, o anın mantığı olmadığı gibi.
Jody yolda rastladığı İsrailli bir grupla geri dönüyor. Arjantin sınır kapısına bırakıyorlar bizi. Bir hemşire mikrop kapmasın diye yaralarıma tentürdiyot sürerken içeriden Jeff’in arabayı çekmek için kamyonet sorduğunu duyuyorum. HI???!... Ben onu orada öyle bırakıp gideceğimizi, her şeyin bittiğini sanmıştım. “Sen kal,” diyorlar ama tabii ki kabul etmiyorum. Sorumlu ben olduğuma göre orada olmam lazım.
Korkunç rüzgâr hâlâ esmeye devam ediyor… Beş yapılı adam uğraşıyor aracı düzeltmek için ama Max de benim gibi sadece olduğu yerde öylece kalmak istiyor olmalı. İnatla, azimle direniyor. Taa ki adamlar pes edene kadar.
Tekrar sınır kapısındayız. “Yaralarını temizlemelisin,” diyor Jeff. Evet ama kan iyice kurumuş durumda. Önce yüzümü yıkıyorum. Kolumu temizlemek o kadar kolay değil. Suya tuttuğum anda acıyla geri çekiyorum. Ne olduğunu anlamak için baktığımda deriye batmış cam parçasını görüyorum. Jody “Cımbız lazım,” diyor, birileri gidip getiriyor. Hemşire elinde cımbız bana doğru hamle yapmaya kalktığında durduyorum onu.
“Ben yaparım.”
Cımbızı da istemiyorum, elimle yavaşça çekiyorum hain cam parçasını. Jody “Saklamak istiyor musun?” diye soruyor. Yüzümde acı bir gülümseme, “Hayır” anlamında sallıyorum başımı.
Ilık su ve bir bez parçasıyla yavaşça temizliyorum kanları. Ve ancak sonra inceleyebiliyorum yaraları. Ufak ama derin birkaç kesik var. “Dikiş gerekir mi dersin?”
“Hayır,” diyor Jeff. “Ama bant yapıştıralım, böylece iz kalmaz.”
“İzi her hâlükârda kalacak.”
“Olsun, böyle yaparsan daha az kalır.”
Kamyonet yerine traktör bulunuyor Max’i çekmek için. Jeff yine orada kalmamı söylüyor bana. Bir işe yaradığım yok zaten… Bu sefer itiraz etmiyorum.
Jody duş alıyor. Benim bu yaralarla yıkanmam iyi fikir mi bilmem ama evet, su her zaman iyi geliyor. Çıktığımda Jeff de dönmüş. O da duş alıyor.
Artık beklemekten başka yapacak bir şey yok.
“Vardır bir öğreteceği Allah’ın. Vardır bir bildiği,” diye geçiyor aklımdan.
Hayatta her şeyin bir amacı olduğuna inanmışımdır hep. “Her işte bir hayır vardır” sözüne de. Yoksa bu bir avuntu mu sadece?
Kendi kendime hatırlatıyorum iki gün önce yazdığım hikâyeyi... Yazdıklarım bana düşman sanki. “Güneş her gün yeniden doğar,” demiştim. Şimdi pek doğru bir cümle gibi görünmüyor.
Bir köşeye geçip sessizce ağlıyorum. Yarım saat sonra Fernando (askerlerden biri) dayanamayıp yanıma geliyor, “Lütfen ağlama artık. Size bir şey olmadı, iyisiniz,” diyor. O gittikten sonra Jeff geliyor yanıma, “Eskisini değiştirip kendime mavi bir kasa alacağım.”
Saat gece yarısı.. İçeride yemek hazırlıyorlar. Bir şey yiyecek halim yok. Jeff “En azından sofraya otur ki bu insanlara iyi bir ev sahibi olduklarını hissettir,” diyor. Doğru söylüyor yine!... Oturuyorum… Sadece oturacağım ama.
Masanın ortasında koca parçalar halinde et yığını duruyor. İsteksizce bakıyorum. “Bir parça alıp tabağımda oynarım” diye geçiriyorum içimden. Pek öyle olmuyor. Yanımda oturan Fabio eti tabağıma koyup kesince “Yemeyeceğim” demem mümkün değil… Hımmm… Et öyle lezzetli ki!
Salonu temizleyip uyumamız için bize bırakıyorlar. Uyku tulumlarımızı şöminenin karşısına seriyoruz yere. Herkes yattı.
Pencereden dışarı bakıyorum… Uçsuz bucaksız bir bozkır uzanıyor önümde… Yağmur yağıyor…
Şöminenin karşısına yere oturup çıtırdayan ateşe boş gözlerle bakıyorum.
Sonunda uzanıyorum uyku tulumumun içine, uyuyamayacağımı bilsem de. Ufff… bacağım!… Morarmış olmalı. Ters dönüyorum, yine canım yanıyor. Kafamı da çarpmışım anlaşılan. Yan dönüyorum… Yine olmadı. Kolumdaki yaraları ezmeyecek ve morluklarımı acıtmayacak bir pozisyon bulmak biraz güç oluyor.
Sabah kabus değil ama kaza anını yaşayarak uyanıyorum. Jeff “Direksiyonu fazla kırma,” diyor ve ben sanki o aksini söylememiş gibi, birden iyice savuruyorum direksiyonu ve o anda takla atmaya başlıyoruz. Ne kadar aptalım!
Ama bir dakika… Bu benim aptallığım değil. Beynin çalışma prensibi. Beyin olumsuz emir almıyor. Resmi canlandırıp üstüne çarpı atmıyor. Hatırlıyorum bir yerde okumuştum: “Eğer birine ‘Pembe tavşan düşünme’ derseniz düşünür.” “Motosiklete bindiğinde ‘Kendini kasma’ dersen kasılırsın. Onun yerine ‘Gevşe’ demek gerekir,” demişti yolda tanıştığımız beş yıldır motosikletle dünyayı gezen bir çift. Tabii bunu Jeff’e söyleyemem. Söylersem onu suçladığımı sanır. Hâlbuki gayet iyi biliyor ki ben hayatı olduğu gibi yaşıyorum. Kalıcı bir zarar olmadıkça, sağlığımız yerinde olduktan sonra gerisinin önemi yok hayatta gibi geliyor bana. Ortada suçlu yok. Hayat böyle bir şey. Atalarımızın bir bildiği olsa gerek. Akacak kan damarda durmaz. Tabii başkaları söz konusu olunca böyle söylemek zor. Suçlu benim.
Kendimi affetmeyi becerebilir miyim acaba?
Zamanı geri döndürüp baştan almak istiyorum her şeyi. Ama tekrarı yok. Hayat tek yönlü bir cadde…
Yine de beynim başa sarıyor… Viraja daha yavaş giriyorum, yine kayıyoruz ama düzgün bir şekilde duruyoruz.
Yeniden başa sarıyorum… Bu sefer daha farklı bir senaryo var. Jeff’in ayağı kopmuş veya… Veya… Hayır, düşünmek bile istemiyorum… Böyle bir acıyla nasıl yaşardım? Bu kadar ağır bir yükü kaldırabilir miydim? Anlayabiliyorum başına gerçekten acı bir olay gelen insanların inançlarını yitirmelerini. Ben de yitirir miydim acaba?
Gün ortasında artık espri yapabiliyorum. Jeff, metal parçaları çok yer kapladığı için Amerikan askeri sırt çantamı sevmediğini söyleyip duruyordu. Askerlerden biri beğeniyle bakınca “Size bırakabilirim” dedim; o da sevinçle kabul etti. Hemen içeri gidip yetiştirdim haberi Jeff’e, “Sırt çantasından kurtuldum. Bunun için yapmışız kazayı!”
“Attan düşmeden ata binmeyi öğrenmiş sayılmazsın. Bir Land Rover’ı ters çevirmeden de gerçek off-road şoförü olunmuyor!”
“Buenos Aires’te heyecanı kaçırdım ama kendi maceramı kendim yarattım!”
Kimi kandırıyorum ki? Sadece acıyı gizlemek için şakaya vuruyorum…
******
Otele yerleştik. Jeff vücudunda büyük morluklar olduğunu söylüyor. “Bakabilir miyim?” diye soruyorum.
Hayır. Bakmama izin vermiyor.
Gece, ayağını yıkarken gidip orada duruyorum ki yapabileceğim bir şey var mı?
“Tuvalete gideceğim, yani senin de uzaklaşman gerekiyor şimdi,” diyor.
İçimi biraz olsun rahatlatmak için bir şey yapmama izin vermeyecek. Bilmemek ve kendini çaresiz hissetmek en kötüsü. Ama çaresizim... Yapabileceğim hiçbir şey yok. Ben de çıkıp sokaklarda sürtüyorum...
Geri otel odasında, yatağın kenarına çökmüş, yerde otururken hıçkırıklara dönüyor bu sefer gözyaşlarım.
Acıyor... İçim öylesine acıyor...
Acıyı kemiklerine kadar hissetmek lazım ki dinsin.
Bir arkadaşa öyle çok ihtiyacım var ki. Birinin yanımda olmasına. Biriyle konuşmaya…. Birinin elimi tutmasına... Ve tüm sevdiklerim ve arkadaşlarım dünyanın öbür ucunda!
Ben Jeff gibi soğukkanlı değilim. Veya daha doğrusu öyle gösterme ihtiyacı duymuyorum. Birine ihtiyacım var, elini tutacak birine. Birinin orada olduğunu hissetmeye. Jeff'in Jody'si var. Benim hiç kimsem yok. Jody'nin Jeff'i var. Aslında Jody'nin kimseye ihtiyacı yok. Bu kazaya dahil olmadı o. Yardım bulmaya giderken nasıl da rüzgârı yüzünde hissettiğini nasıl adrenalin salgıladığını anlatıyordu neşeyle.
Yapayalnızım!... Yalnızlık zor iş. Allah'a mahsus. Daha da kötüsü şu ki ben insan bağımlısıyım. Bu şekilde yolculuğa devam etmenin ne anlamı var ki? Arkadaşsız... Kendime eziyet ederek... Gerçekten birine öylesine ihtiyacım var. Ama birine ihtiyacım olması demek değil ki kendi başıma halledemem. Ederim ve edeceğim. Sadece biraz zor olacak.
Hem zor iyidir. Adamı adam yapar.
Doğru da… Kolay daha iyidir :)
“Zaman her şeyin ilacı” derler. Biz isteyelim veya istemeyelim, bazen çabuk bazen yavaş gibi görünse bile o aynı hızda akmaya devam ediyor. Acı zamanla azalacak... Ve bir gün, hiç kimseye ciddi bir şey olmadığı için bugünler, belki değil kesinlikle, “Ah ne güzel günlerdi onlar!” olacak.
Bir gün yaşlanıp bilge bir kadın olduğumda :) tüm yaşadıklarımı, yaptığım aptallıkları hatırlayacağım, acıyı tekrar hissedeceğim, kiminde aynı şiddette kiminde daha az...
Yüzüme tatlı bir gülümseme yayılacak…
***
Nihayet sarsıntı durduğunda beynim de durmuştu sanki. Gözlerimin önündeki kan gölünü görebiliyordum ama bir şey ifade etmiyordu.
Bir yerden kan damlamaya devam ediyor…
Jody’nin sesi kendime getiriyor beni. “Gülin, iyi misin?”
“Evet iyiyim.”
Tepetaklak, direksiyonla koltuk arasında sıkışmış dururken ne olduğunu kavramaya çalışıyor beynim hâlâ. Birden Jeff’in ayağını görüyorum önümde. Kopmuş gibi duruyor. “Jeeeeff! Jeff iyi misin?”, “Jeff iyi misin?”, “Jeff iyi misin?” diye kaç kere tekrarladığımı bilmiyorum zayıf bir “İyiyim” yanıtı alana kadar. Sesi pek inandırıcı gelmiyor. Korkuyla ayağını oynatıyorum… Oynuyor ama hâlâ emin değilim canlı olduğundan.
Jody dışarıda… Yanıma gelip tekrar soruyor “İyi misin?” diye. “Seni oradan çıkarmamız lazım.”
Hareket edemiyorum. Emniyet kemeri sımsıkı tutuyor beni, izin vermiyor kıpırdamama. Jody bir şekilde çözüyor kemeri. Kapıyı açmama gerek yok. Artık camı olmayan pencereden dışarı çıkıyorum sürünerek.
Jeff de dışarıda… Herkesin tek parça ve hareket edebiliyor olmasına sevinmem gerek ama hâlâ ilk şoku atlatabilmiş değilim. Yüzümde gözümde kan olduğunu hissediyorum ama aldıran kim? “Özür dilerim Jeff,” diye takılmış plak gibi dönüp durmaktan başka bir şey yapamıyorum.
“Her şeyi mahvettim.”
“Sadece para,” diyor Jeff.
“Hayır, sadece para değil, biliyorsun.”
“Planlar değişecek, o kadar.”
Hayır, o kadar basit değil! Ne güzel hayallerimiz vardı. Artık yok…
Her şey ne kadar güzel olacaktı... Mahvettim her şeyi!
Ağlayamıyorum bile…
Şili ile Arjantin sınırı arasında, “No Man’s Land” denilen, hiç kimsenin ülkesindeyiz. Rüzgâr acımasızca esiyor. Her şeyimiz etrafa savrulmuş durumda. Tuvalet kağıdı metrelerce ötede uçuşuyor.
Jody yardım bulmaya gitti. Jeff yağmurluğunu uzatıyor bana. “Ben üşüyorum, sen donuyor olmalısın.” Doğru… Ama istemiyorum. Arabanın dibinde kıpırdamadan öylece kalmaktan başka hiçbir şey istemiyorum.
“Benzin sızmaya başlamasından korkuyorum, eşyaları bir an önce toplamamız lazım.”
Doğru diyor Jeff. Biliyorum şimdi sızlanma zamanı değil; o sonra da yapılabilir; olan oldu artık, sorun olmaktansa çözüm olmam gerek şu anda. Hiç içimden gelmese de kalkıyorum, eşyaları gelişigüzel çantalara tıkmaya başlıyoruz.
“Afrika’daki tüm tur rehberleri sürekli takla attırırlar Land Rover’lara.”
“Bana ne başkalarından? Bana olmamalıydı!” diye isyan ediyor içim ama dile getirmiyorum. (*)
Land Rover’lar devrilmeye meyilli arazi araçlarıymış. Ondan da bana ne?
(*) Şimdi düşününce “Neden bana olmamalıymış?” diye soruyorum kendime. Tabii ki bu sorunun yanıtı yok, o anın mantığı olmadığı gibi.
Jody yolda rastladığı İsrailli bir grupla geri dönüyor. Arjantin sınır kapısına bırakıyorlar bizi. Bir hemşire mikrop kapmasın diye yaralarıma tentürdiyot sürerken içeriden Jeff’in arabayı çekmek için kamyonet sorduğunu duyuyorum. HI???!... Ben onu orada öyle bırakıp gideceğimizi, her şeyin bittiğini sanmıştım. “Sen kal,” diyorlar ama tabii ki kabul etmiyorum. Sorumlu ben olduğuma göre orada olmam lazım.
Korkunç rüzgâr hâlâ esmeye devam ediyor… Beş yapılı adam uğraşıyor aracı düzeltmek için ama Max de benim gibi sadece olduğu yerde öylece kalmak istiyor olmalı. İnatla, azimle direniyor. Taa ki adamlar pes edene kadar.
Tekrar sınır kapısındayız. “Yaralarını temizlemelisin,” diyor Jeff. Evet ama kan iyice kurumuş durumda. Önce yüzümü yıkıyorum. Kolumu temizlemek o kadar kolay değil. Suya tuttuğum anda acıyla geri çekiyorum. Ne olduğunu anlamak için baktığımda deriye batmış cam parçasını görüyorum. Jody “Cımbız lazım,” diyor, birileri gidip getiriyor. Hemşire elinde cımbız bana doğru hamle yapmaya kalktığında durduyorum onu.
“Ben yaparım.”
Cımbızı da istemiyorum, elimle yavaşça çekiyorum hain cam parçasını. Jody “Saklamak istiyor musun?” diye soruyor. Yüzümde acı bir gülümseme, “Hayır” anlamında sallıyorum başımı.
Ilık su ve bir bez parçasıyla yavaşça temizliyorum kanları. Ve ancak sonra inceleyebiliyorum yaraları. Ufak ama derin birkaç kesik var. “Dikiş gerekir mi dersin?”
“Hayır,” diyor Jeff. “Ama bant yapıştıralım, böylece iz kalmaz.”
“İzi her hâlükârda kalacak.”
“Olsun, böyle yaparsan daha az kalır.”
Kamyonet yerine traktör bulunuyor Max’i çekmek için. Jeff yine orada kalmamı söylüyor bana. Bir işe yaradığım yok zaten… Bu sefer itiraz etmiyorum.
Jody duş alıyor. Benim bu yaralarla yıkanmam iyi fikir mi bilmem ama evet, su her zaman iyi geliyor. Çıktığımda Jeff de dönmüş. O da duş alıyor.
Artık beklemekten başka yapacak bir şey yok.
“Vardır bir öğreteceği Allah’ın. Vardır bir bildiği,” diye geçiyor aklımdan.
Hayatta her şeyin bir amacı olduğuna inanmışımdır hep. “Her işte bir hayır vardır” sözüne de. Yoksa bu bir avuntu mu sadece?
Kendi kendime hatırlatıyorum iki gün önce yazdığım hikâyeyi... Yazdıklarım bana düşman sanki. “Güneş her gün yeniden doğar,” demiştim. Şimdi pek doğru bir cümle gibi görünmüyor.
Bir köşeye geçip sessizce ağlıyorum. Yarım saat sonra Fernando (askerlerden biri) dayanamayıp yanıma geliyor, “Lütfen ağlama artık. Size bir şey olmadı, iyisiniz,” diyor. O gittikten sonra Jeff geliyor yanıma, “Eskisini değiştirip kendime mavi bir kasa alacağım.”
Saat gece yarısı.. İçeride yemek hazırlıyorlar. Bir şey yiyecek halim yok. Jeff “En azından sofraya otur ki bu insanlara iyi bir ev sahibi olduklarını hissettir,” diyor. Doğru söylüyor yine!... Oturuyorum… Sadece oturacağım ama.
Masanın ortasında koca parçalar halinde et yığını duruyor. İsteksizce bakıyorum. “Bir parça alıp tabağımda oynarım” diye geçiriyorum içimden. Pek öyle olmuyor. Yanımda oturan Fabio eti tabağıma koyup kesince “Yemeyeceğim” demem mümkün değil… Hımmm… Et öyle lezzetli ki!
Salonu temizleyip uyumamız için bize bırakıyorlar. Uyku tulumlarımızı şöminenin karşısına seriyoruz yere. Herkes yattı.
Pencereden dışarı bakıyorum… Uçsuz bucaksız bir bozkır uzanıyor önümde… Yağmur yağıyor…
Şöminenin karşısına yere oturup çıtırdayan ateşe boş gözlerle bakıyorum.
Sonunda uzanıyorum uyku tulumumun içine, uyuyamayacağımı bilsem de. Ufff… bacağım!… Morarmış olmalı. Ters dönüyorum, yine canım yanıyor. Kafamı da çarpmışım anlaşılan. Yan dönüyorum… Yine olmadı. Kolumdaki yaraları ezmeyecek ve morluklarımı acıtmayacak bir pozisyon bulmak biraz güç oluyor.
Sabah kabus değil ama kaza anını yaşayarak uyanıyorum. Jeff “Direksiyonu fazla kırma,” diyor ve ben sanki o aksini söylememiş gibi, birden iyice savuruyorum direksiyonu ve o anda takla atmaya başlıyoruz. Ne kadar aptalım!
Ama bir dakika… Bu benim aptallığım değil. Beynin çalışma prensibi. Beyin olumsuz emir almıyor. Resmi canlandırıp üstüne çarpı atmıyor. Hatırlıyorum bir yerde okumuştum: “Eğer birine ‘Pembe tavşan düşünme’ derseniz düşünür.” “Motosiklete bindiğinde ‘Kendini kasma’ dersen kasılırsın. Onun yerine ‘Gevşe’ demek gerekir,” demişti yolda tanıştığımız beş yıldır motosikletle dünyayı gezen bir çift. Tabii bunu Jeff’e söyleyemem. Söylersem onu suçladığımı sanır. Hâlbuki gayet iyi biliyor ki ben hayatı olduğu gibi yaşıyorum. Kalıcı bir zarar olmadıkça, sağlığımız yerinde olduktan sonra gerisinin önemi yok hayatta gibi geliyor bana. Ortada suçlu yok. Hayat böyle bir şey. Atalarımızın bir bildiği olsa gerek. Akacak kan damarda durmaz. Tabii başkaları söz konusu olunca böyle söylemek zor. Suçlu benim.
Kendimi affetmeyi becerebilir miyim acaba?
Zamanı geri döndürüp baştan almak istiyorum her şeyi. Ama tekrarı yok. Hayat tek yönlü bir cadde…
Yine de beynim başa sarıyor… Viraja daha yavaş giriyorum, yine kayıyoruz ama düzgün bir şekilde duruyoruz.
Yeniden başa sarıyorum… Bu sefer daha farklı bir senaryo var. Jeff’in ayağı kopmuş veya… Veya… Hayır, düşünmek bile istemiyorum… Böyle bir acıyla nasıl yaşardım? Bu kadar ağır bir yükü kaldırabilir miydim? Anlayabiliyorum başına gerçekten acı bir olay gelen insanların inançlarını yitirmelerini. Ben de yitirir miydim acaba?
Gün ortasında artık espri yapabiliyorum. Jeff, metal parçaları çok yer kapladığı için Amerikan askeri sırt çantamı sevmediğini söyleyip duruyordu. Askerlerden biri beğeniyle bakınca “Size bırakabilirim” dedim; o da sevinçle kabul etti. Hemen içeri gidip yetiştirdim haberi Jeff’e, “Sırt çantasından kurtuldum. Bunun için yapmışız kazayı!”
“Attan düşmeden ata binmeyi öğrenmiş sayılmazsın. Bir Land Rover’ı ters çevirmeden de gerçek off-road şoförü olunmuyor!”
“Buenos Aires’te heyecanı kaçırdım ama kendi maceramı kendim yarattım!”
Kimi kandırıyorum ki? Sadece acıyı gizlemek için şakaya vuruyorum…
******
Otele yerleştik. Jeff vücudunda büyük morluklar olduğunu söylüyor. “Bakabilir miyim?” diye soruyorum.
Hayır. Bakmama izin vermiyor.
Gece, ayağını yıkarken gidip orada duruyorum ki yapabileceğim bir şey var mı?
“Tuvalete gideceğim, yani senin de uzaklaşman gerekiyor şimdi,” diyor.
İçimi biraz olsun rahatlatmak için bir şey yapmama izin vermeyecek. Bilmemek ve kendini çaresiz hissetmek en kötüsü. Ama çaresizim... Yapabileceğim hiçbir şey yok. Ben de çıkıp sokaklarda sürtüyorum...
Geri otel odasında, yatağın kenarına çökmüş, yerde otururken hıçkırıklara dönüyor bu sefer gözyaşlarım.
Acıyor... İçim öylesine acıyor...
Acıyı kemiklerine kadar hissetmek lazım ki dinsin.
Bir arkadaşa öyle çok ihtiyacım var ki. Birinin yanımda olmasına. Biriyle konuşmaya…. Birinin elimi tutmasına... Ve tüm sevdiklerim ve arkadaşlarım dünyanın öbür ucunda!
Ben Jeff gibi soğukkanlı değilim. Veya daha doğrusu öyle gösterme ihtiyacı duymuyorum. Birine ihtiyacım var, elini tutacak birine. Birinin orada olduğunu hissetmeye. Jeff'in Jody'si var. Benim hiç kimsem yok. Jody'nin Jeff'i var. Aslında Jody'nin kimseye ihtiyacı yok. Bu kazaya dahil olmadı o. Yardım bulmaya giderken nasıl da rüzgârı yüzünde hissettiğini nasıl adrenalin salgıladığını anlatıyordu neşeyle.
Yapayalnızım!... Yalnızlık zor iş. Allah'a mahsus. Daha da kötüsü şu ki ben insan bağımlısıyım. Bu şekilde yolculuğa devam etmenin ne anlamı var ki? Arkadaşsız... Kendime eziyet ederek... Gerçekten birine öylesine ihtiyacım var. Ama birine ihtiyacım olması demek değil ki kendi başıma halledemem. Ederim ve edeceğim. Sadece biraz zor olacak.
Hem zor iyidir. Adamı adam yapar.
Doğru da… Kolay daha iyidir :)
“Zaman her şeyin ilacı” derler. Biz isteyelim veya istemeyelim, bazen çabuk bazen yavaş gibi görünse bile o aynı hızda akmaya devam ediyor. Acı zamanla azalacak... Ve bir gün, hiç kimseye ciddi bir şey olmadığı için bugünler, belki değil kesinlikle, “Ah ne güzel günlerdi onlar!” olacak.
Bir gün yaşlanıp bilge bir kadın olduğumda :) tüm yaşadıklarımı, yaptığım aptallıkları hatırlayacağım, acıyı tekrar hissedeceğim, kiminde aynı şiddette kiminde daha az...
Yüzüme tatlı bir gülümseme yayılacak…
Bu geziye başlamadan önce, dönüşte yazacağım kitaba isim düşünüyordum. Birçok fikir üretip ölçüp biçtim, evirdim çevirdim, topladım çıkardım, boşa koyup dolu tarttım, doluya koyup boşu tarttım ve sonunda “Avucumda Patikalar’da karar kıldım.
Öncelikle, bir dünya turu yapıyordum ve dünya avucumun içinde olacaktı. Sonralıkla, ben hayatın kendisini bir yolculuk olarak görüyordum. Önümde binlerce patika vardı, onlardan birini seçip ilerliyordum… Yollar birbiriyle kesişiyor… Tekrar ayrılıyor... Kendinizi hiç beklemediğiniz bir anda hiç beklemediğiniz bir yerde bulabiliyorsunuz. İşte avucumdaki çizgiler o patikalar. Hem el falına da o çizgilerden bakılmıyor mu?
Avucumdaki patikalar… kaderim.
(Biraz arabesk oldu farkındayım ama n’apim, idare edin artık.
Elimdeki çizikler… Kaderin fırça darbeleri :)
Bu yolculukta acı çekmek hiç hesapta yoktu. Zaman, acının renklerini soldurdukça geleceğin yaşlı teyzesine gülümsüyorum.
Öncelikle, bir dünya turu yapıyordum ve dünya avucumun içinde olacaktı. Sonralıkla, ben hayatın kendisini bir yolculuk olarak görüyordum. Önümde binlerce patika vardı, onlardan birini seçip ilerliyordum… Yollar birbiriyle kesişiyor… Tekrar ayrılıyor... Kendinizi hiç beklemediğiniz bir anda hiç beklemediğiniz bir yerde bulabiliyorsunuz. İşte avucumdaki çizgiler o patikalar. Hem el falına da o çizgilerden bakılmıyor mu?
Avucumdaki patikalar… kaderim.
(Biraz arabesk oldu farkındayım ama n’apim, idare edin artık.
Elimdeki çizikler… Kaderin fırça darbeleri :)
Bu yolculukta acı çekmek hiç hesapta yoktu. Zaman, acının renklerini soldurdukça geleceğin yaşlı teyzesine gülümsüyorum.