Doğru ve Adil Olanı Yapmak
![]() Yine tepemden alevler fışkırıyor! Sebebi AB ile Türkiye arasındaki son “anlaşma”. Türkiye'nin Yunanistan'dan geri aldığı her bir göçmen için bir Suriyeli mülteci alacaklar! Nasıl aptalca bir anlaşmadır bu? Bizi bu insanlar mı yönetiyor?? 12 saat boyunca oturup konuştukları bu mu? Uçuşları, yemekleri ve konaklamaları hep bizim tarafımızdan ödeniyor. Cidden mi??! Buraya yeterince soru ve ünlem işareti koyamam, o nedenle bıraktım.
UNHRC (BM İnsan Hakları Konseyi) şüpheleri olduğunu vs. söylemiş. Ne şüphesi? Bu anlaşmanın yürürlükteki kanunları ihlal ediyor olabileceği şüphesi. Cidden... Tamam, anlıyorum, oynadığınız oyunun anlaştığınız kuralları bunlar ama hepsini bir kenara atın. Cidden... Hiç kimsenin hiç kimseyi koruma yükümlülüğü yok. Yani hiçbir devletin hiç kimseye sığınma sağlama yükümlülüğü yok. Ama cidden... Hiçbir devletin de hiç kimseyi doğduğu dünya üzerinde bir yere gitmekten men etmeye HAKKI YOK! Rahat bırakın insanları istedikleri yere gitsinler! “Katılıyorum ama o kadar kolay değil,” dedi kocam. “Kolay!” diye itiraz ettim. Biliyorum elbette, kaos olur, insanlar protesto eder. Bırakın kıyamet kopsun! Lütfen! Mevcut haliyle kıyamet zaten. Yani bizim için değil, ama birçok insan için çok gereksiz ve kabul edilemez bir kıyamet. “Avrupa'da tamamen farklı bir yaklaşıma ihtiyaç var,” demiş biri bir makalede. Evet! Çok doğru. Tastamam tamamen farklı bir yaklaşıma ihtiyaç var! Sadece Avrupa'da değil, tüm dünyada! Görünüşe göre hiçbir liderin aklına gelmeyen bir yaklaşım: Sınırları açmak... Yok olmadı... “Açmak” dememeliyim çünkü en başta sınırları “kapatmaya” hakları olmadığını düşünüyorum, hatta en en başta insanları engellemek için sınırlar koymaya hakları olmadığını düşünüyorum, dolayısıyla hareket engeli olarak sınırları “kaldırmak” demeliyim. Sözünüzü Geri Alın Veya onlar için ikinci en iyi seçenek sözlerini geri almak. Ey hükümetler, tüm cesaretinizi toplayın ve gerçekten ne istediğinizi açıkça söyleyin, kurulu düzene karşı çıkıp yüzleşmeye cüret edin. Ahmet Hakan'a cevaben yazdığım “Ey İnsanlar... Oturun Oturduğunuz Yerde” yazımda şöyle demiştim: Kimsenin kimseye yardım etme zorunluluğu yok. Kim imzalatmış bu ülkelere bu mülteci anlaşmasını? Silah zoruyla mı imzalamışlar? Kuralları kanunları kendileri koyuyorlar, sonra beğenmiyorlar, işlerine gelmedi mi etrafından dolanmak için yollara başvuruyorlar. Önce kendilerini bağlayıp sonra kıvranıp duruyorlar. -Zaten koydukları şartlar göçmenler için de abuk. Neymiş efendim “Canlı olarak Avrupa'ya ayak basabilirseniz mültecilik statülerinizi değerlendiririz, yoksa uluslararası sularda yakalanırsanız botunuzu deler batırırız veya geri göndeririz. Statünüzü uygun bulmazsak da geri göndeririz.”- Vıyk vıyk edeceklerine.: İstiyorlarsa çeksinler imzalarını geri. Kimsenin savaştan kaçanlara da yardım mecburiyeti olmasın. Ama Kimsenin de kimseyi doğduğu dünya üzerinde bir yerden bir yere gitmekten alıkoymaya da hakkı olmasın! İnsanlar doğdukları dünya üstünde özgürce hareket edebilmeliler. Aksi insan doğasına aykırı, insan haysiyetine hakaret. Eğer istiyorlarda, imzalarını çeksinler cidden. Sözünüzü geri alın sevgili imza sahipleri. Ah, tamam. Bunu yapamıyorlar. İmzalarını çekip sözleşmeyi resmi olarak reddedemiyorlar. Tabiri caizse yemiyor. Uluslararası topluluk içinde nasıl görünürler böyle bir şey yaparlarsa? Bunun politik bir bedeli de olur. Ciddi bir bedeli. Bu durumda ne yapıyorlar? Etrafından dolaşmayı deniyorlar! Cidden mi?! “Vatandaş” olarak, onların koydukları kanunların etrafından dolanmaya çalışan biz olmalıyız. O zavallı mülteciler ve göçmenlerin yapmaya çalıştıkları da aynen bu zaten. İnsan akışıyla baş edemeyen hükümetlerse ne yapıyorlar? Para ödüyorlar. Bu insanları kendilerinden uzak tutmak için para ödüyorlar. Evet, dünyamızda para konuşuyor. Zenginler konforlarını ve “baş belasından” muafiyeti satın alabiliyorlar veya alabileceklerini düşünüyorlar. Parayı veren düdüğü çalar. Şu var ki, biz insanlar, hükümetlerin çaldığı düdüğün parasını ödüyoruz. Yüzlerine gözlerine bulaştırsalar da ne olmuş yani, değil mi? Kılıçdaroğlu, beklenilebileceği üzere anlaşmayı eleştirmiş. “Parayı biz verelim onlar alsın!” demiş. Ah, ilk tepkim “Evet, bastır. İyi demişsin” oldu. Ama gerçekten iyi mi demiş? Korkunç demiş! Ama bu “kirli” anlaşmada neyin yanlış olduğunu iyi gösteriyor. İnsanlara istenmeyen mal muamelesi yapıyorlar! Nasıl ki hurdalarımızı “üçüncü dünya” ülkelerinde arka bahçeye döküyorsak insanlarla da aynısını yapmak istiyoruz. Biz, pardon politikacılar onlara hurda muamelesi yapıyorlar! İyilerini, “hak eden”leri veya “değen”leri seçiyorlar. Daha da kötüsü, insanlara pazarlık pulu muamelesi yapıyorlar! Para pazarlığı, kulübe girme pazarlığı. Üzgünüm, pazarlık kültüründe büyüdüm, pazarlığa çok alışkınım, hayatımın büyük bir bölümünde hep yaptığım bir şey, artık kaçınmaya çalışsam da hayatın doğal bir parçası olarak gördüğüm bir şey... AMA, insanları pazarlık malzemesi olarak kullanmak mide bulandırıcı. Kontrol Manyakları Ah, bu “anlaşma” düzensiz göçe bir çözüm olarak göklere çıkarılıyor. O gece yatağa yattığımda bir anda aydım: Bu insanlar kontrol manyakları! Ben de sanıyordum ki ben kontrol manyağıyım. Çok da ciddiye almayın bu söylediğimi. Bu insanların kontrol takıntısının uzağından yakınında geçmez benimki! Bir an sonra ne olacağını bilmediğimiz bu hayatta herkesin bir parça kontrol duygusuna ihtiyacı var. Kontrolün elimizde olmasını severiz. Kontrolü elimizde tutma duygusuna ihtiyacımız vardır. Çok çok doğal. Ama bu (!), insanların hareketini kısıtlamaya, her adımını belirlemeye çalışmak doğal DEĞİL. Bu ZIRDELİLİK! Birtakım insanların şimdi bana zırdeli diyeceğini biliyorum. İnsanların özgürce hareket etmesine izin vermenin, vize uygulamalarının tamamen kaldırılmasının lafının edilmesi dahi kabul edilmez bulunuyor genellikle. Sorun şu ki, ben de tam tersini kabul edilemez buluyorum. Bu insanlar bir şekilde gücü ellerine geçirmişler ve insanların hayatlarıyla oynuyorlar, onları satranç tahtasındaki piyonlar gibi oradan oraya sürüyorlar! Tamam, anlıyorum, politika satranca çok benziyor, her hareketinizi hesaplıyorsunuz. Ama uyanın lütfen! Bu oynadığınız oyun değil. Hayatın kendisinin bir oyun veya rüya olması ihtimali var tabii ama bu konumuz dışı. Yaşadığımız ve deneyimlediğimiz hayatta insanlar piyon değiller. Mülteciler, göçmenler de kendi iradeleri olan insanlar. Liderler "Aldım verdim ben seni yendim" oynuyorlar sanki. Göçmenler de "Alamazsın veremezsin, sen beni yenemezsin" diyor, demek zorunda kalıyor. Liderler onlara sürü gibi davranıyor. Tamam, bu bir kitle durumu ama yine de... Kitleler bireylerden oluşur. Sırf sizin elinizde güç var diye ve onlar çaresizler diye onlarla istediğiniz gibi oynayabileceğiniz anlamına gelmiyor. The Economist “Düzenlemenin her unsuru politik olarak, yasal olarak veya ahlaken problemli” diyor ama vardıkları sonuç yazının başlığında: “Pis ama gerekli bir anlaşma.” (“A messy but necessary deal.”) Demek insanlara boyunlarından tutup kaldırdığınız eniklerden daha kötü muamele etmek, zaten yerlerinden yurtlarından edilmiş insanlara bir tekme daha vurup onları kapı dışarı etmek.: Gerekli (!) Merkel de beni hayal kırıklığına uğrattı. Ondan çok şey bekliyordum sanırım. Elbette, belki benim bilmediğim bir şey biliyorlardır. Ne de olsa benim insanları yönetme konusunda hiçbir bilgim veya deneyimim yok. Kendim dışında kimseyi yönetmek istemem. Dört yaşındaki kızımı dahi yönetmek istemiyorum ben. Ama bazı insanlar toplumun yönetilmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Politikacılar da bu işe soyunmuş durumda. İnsanlara hükmetmek onların mesleği. Belki onların uzmanlık alanına müdahale etmemeliyim. Yine de, insanlığın (veya ondan geri kalmış ne varsa onun) bir bireyi olarak düşüncelerimi ifade etmeye mecbur hissediyorum kendimi. Kızıma geri dönecek olursam... Elbette, kimi zaman evde düzen ve huzur olması için bazı önlemler alınması gerekiyor, ve hükümetler kayıt tutup sorumlu oldukları bölgede neler olup bittiğinden haberdar olmaya çalışmasınlar demiyorum, ama bu yaptıkları aşırı güç kullanma. ![]() Gaddarca Bir Gün ve Oyunun Kurallarını Değiştirmek İçin Fırsat
Amnesty International Avrupa direktörü John Dalhuisen “Gerçekten gaddarca bir gün ve gerçekten gaddarca bir anlaşma. Mülteci himayesinin mezarında dans eden, Avrupa Kalesini güçlendiren ve mültecileri bizim ülkelerimizde istemeyen insanlar tarafından kutlanıyor,” demiş. “Mülteci himayesinin mezarı...” Fena tanım değil. Aynı şekilde ifade edecek olursam, uzun süreden beri insanların hareket hakkının mezarında dans ediyoruz. Üstelik dünyadaki hemen her şey -hayvanlar, mallar, para, kirlilik vs. bu hakka sahipken insanlar bu haktan mahrum. “Gerçek anlamında uygulanacak olursa, Avrupa'nın alacağı mülteci sayısı başka yollardan hayatlarını riske atmaya hazır mülteci sayısına bağlı olacak – bu da ahlaki bir uçuruma bakmaktır,” diye devam etmiş. Doğru. Ama yine, biraz eksik kalıyor. Bay Dalhuisen'in, Yapılması Gereken Adil Şey kapısına varmak için birçok kişi gibi birkaç adım daha atması ve içine doğduğu hayali çizgi ne olursa olsun, herkese istediği gibi hareket hakkı vermesi gerekiyor. İşlerin bugün yürüdüğü haliyle, uzun uzun, çok çok uzun süreden beri ahlaki bir uçuruma bakıyoruz. Bunun son bulması gerek. Ve bu, kaçırılmaması gereken bir fırsat sunuyor önümüze. Hayalci veya Değil Yukarıdakileri okuyan kocam, eğer bariyerleri kaldırmanın kompleksliğini, pratikte yaratacağı zorlukları kabul etmezsem bunu okuyan insanların “Ah, bir hayalci daha,” diye düşünecekleri konusunda beni uyardı. “Hayalci olmak da iyi bir şey...” diye devam ediyordu ki... Sözünü böldüm. “Ben hayalci değilim. Tam tersine, çok gerçekçiyim. Bunun olmayacağını gayet iyi biliyorum. Şimdi değil, muhtemelen benim hayattayken göreceğim bir sürede de değil. Ama insanların zihinlerini biraz esnetmek istiyorum. Aksi takdirde, eğer herkes bu düzeyde konuşmaya devam ederse, değişimin hiçbir yolu yok, değişim için umut yok.: Asla da olamaz!” Kocam benim söylemimin “Hadi hepimiz birbirimizi sevelim, böylece her şey iyi olacak” diye yorumlanacağını da ekledi sözlerine. Tam tersine... Bunu yazdım da... Ben insanlara tahammül edemiyorum. Kendime mizantrop diyecek kadar. Veya “borderline” mizantrop, mizantrop sınırında diyelim. Ama bu bana insanlara kötü davranma, onlara zarar verme hakkı tanımıyor. Kendi çıkarım için onlara adaletsizce davranma hakkı bile tanımıyor. Kocam savunduğum şeyin, yani hareket engeli olarak sınırları kaldırmanın teoride iyi olduğunu söyledi. İşin felsefi kısmını anlıyordu ama o daha çok pratikteki durumu düşünüyordu. Göçmenlerden korkan insanların tüm bu meseleyle nasıl baş edeceklerine dair bazı cevaplara ihtiyaçları olacaktı muhtemelen. “Ülkene gelen göçmenlerle bir şekilde ilgilenmek zorundasın. Mahallene gelip sokaklarda yaşayamazlar, kalacak yere ihtiyaçları var, yemeğe ihtiyaçları var, yoksa Bodrum'daki kumsal yerine burada, etrafında ölü bedenler olur. Bu da çok farklı değil,” dedi. “Bunlar için de paraya ihtiyacın var.” “Halihazırda göçmenlere yardım eden bir sürü insan bir sürü organizasyon var, dünya kadar para akıtılıyor!” diye isyan ettim. “Bunun yerine parayı faydalı bir yere, o insanları entegre etmeye harcayabilirsin. Üstelik bu insanlara para harcatıyorsun, ziyan ettiriyorsun. Paralarını kaçakçılara ödemek yerine göçtükleri yerde düzgünce yaşamak için kullanabilirler. İlk gittikleri yerde işler yolunda gitmezse, tüm kaynaklarını tüketmedikleri için başka bir yere gitmeye bile karar verebilirler. Önce bu tamamen gereksiz, tamamen kabul ötesi durumu yaratıyorsun, sonra para ve enerjini bunu düzeltmeye veya probleme yamalı yara bandı yapıştırmaya kalkıyorsun. Aptal mısın? Yani tüm politikacılar bu kadar aptal mı?” “Onların ajandaları politikacı olarak kendi varlıklarını idame ettirmek. Korkuyorlar, oya ihtiyaçları var,” oldu kocamın cevabı. I-ıh, hayır... Bu gerçek olamaz. Bu kadar mantıksız bir şey gerçek olamaz. Bu gerçeküstü bir dünya. Kocamın dediği gibi, hayal görüyor olmalıyım. Kendimi çimdiklemeliyim. Adil Olanı Yapmanın Sonuçları ile Yaşamak Güç bizde olabilir ama bu bize başkalarını bizim davranışlarımızın sonuçları ile baş etmeyi öğrenmeye zorlama hakkı tanımaz. Eğer ortada bir külfet varsa, bu külfeti yüklenmek bize düşer. Biz daha refah içindeyiz diye değil, doğru ve adil olanı yapmalıyız diye bize düşer. Ve eğer doğru ve adil olanı yapmanın kötü sonuçları olacaksa, üzgünüm, biz katlanacağız. Sonuçlarla biz yüzleşeceğiz. Göçle baş edersin. Baş ederiz. Gökdelenler diktik, uçan metal kuşlar inşa ettik, doğanın nasıl işlediğini az biraz anlıyoruz ve atomu parçalamayı biliyoruz diye yeryüzündeki en harika hayvan olduğumuza inansak da evrenin efendisi değiliz... Yine de baş ederiz. Baş edecek kaynağımız ve kapasitemiz var. Biliyorum, bazı insanlar buna inanmıyor. Eğer baş edemezsek, onunla yaşarız. Onunla yaşamayı öğreniriz. (“Sizi öldürmeyen şey güçlendirir” sözünü duymadınız mı? Ah biliyorum, şimdi birtakım insanlar teröristlerin baskınına uğrayıp yok edileceğiz iddiasında bulunacaklar. The Economist'te yorum yapan Suchindranath takma adlı birisi “Sözlerimi not alın” demiş, işte ben de not alıyorum. Suchindranath şöyle yazmış: “Türkiye AB'nin parçası olana kadar İslami istilanın önüne set çekecek, sonra da 75 Milyon Sünni Teröristle Avrupa'yı ele geçirecek.” Eğer bu kadar gülünç bir şekilde abes olmasaydı bu sözü dehşet verici bulup hakaret olarak alabilirdim. Bir kere Türkiye'deki herkes sünni değil. İki kere, kimliklerimizde öyle yazsa da her sünni inançlı değil. Üç kere, her inançlı insan İslamın hükümlerini yerine getirmiyor. Dört kere, inananların ve İslamın hükümlerini yerine getirenlerin ezici çoğunluğu terörist değil. Beş kere, Türkiye'den AB'ye evlilik yoluyla geldim. Avrupa'da halen bir sürü Türk var. Milyonlarca başka Müslüman da olduğu gibi. Bildiğim kadarıyla hiç kimseyi havaya uçurmadık. Ve hayır, uçurmayı da planlamıyoruz. Bu tür eylemler planlayan insanların da sizin diktiğiniz engellerin etrafından dolanmak için çeşitli yöntemleri vardır, buna emin olabilirsiniz. Daha detaylı analiz için lütfen buraya bakınız. Eğer Cologne'daki olayları ve diğer haberleri tartışmak istiyorsanız lütfen aşağıdaki paragraflara başvurunuz.) İnsanız, her şeyle yaşamayı öğreniriz. Çocuğumuzu kaybetmenin acısıyla yaşamayı öğreniriz; kanser ve her tür hastalıkla yaşamayı öğreniriz; bu hastalıkların sadece semptomları ile değil, tedavilerinin verdiği zahmetler, hayatımıza vurduğu sektelerle yaşamayı da öğreniriz; büyük kazalar ve sonuçları ile yaşamayı öğreniriz; doğal afetler ve sonuçları ile yaşamayı öğreniriz; savaş zamanında, savaş alanında, kamplarda, çakma kulübelerde, çamurda, yakıcı güneş altında, iliklerimize kadar ıslatan yağmur altında, dondurucu kar altında yaşamayı öğreniriz. Bu insanlar evlerinden sürülmekle yaşamayı, pislik veya aşağılık muamelesi yapılarak yaşamayı öğreniyorlar... Ya hayatın bize fırlattığı şeylerle yaşamayı öğreniriz, ya da onlarla yaşarız öylece. İnsanız, evet, bir kısmımız bazı şeylerle yaşamayı öğrenmiyor, bir kısmımız hayatın bize dağıttığı kartlarla yaşayamıyor ve pes ediyor, ama çoğunlukla dayanıklıyız ve çok zor koşullar altında dahi yaşamak, hayatta kalmak için güçlü bir irademiz var. Hayatla ve onun bize getirdiği diğer şeylerle baş ettiğimiz gibi kitlesel göçle de baş ederiz. Her tür güçlüğe maruz bıraktığınız, nasıl eziyet edeceğinizi bilemediğiniz göçmenler tüm bunlara rağmen "Bir yol bulacağız" diyor da biz/siz oturduğunuz konforlu koltukta "Kitlesel göçle baş ederiz" diyemiyor musunuz yani? Ayıp. Ve de yazıklar olsun böyle yöneticilere. Bu fotoğrafın altındaki yazı şöyleydi: “Yoksulluk kaç gün sürer baba?” “40 gün oğul.” “40 günden sonra zengin olur muyuz?” “Yok oğul, alışırız...” Kitlesel göçe de alışırız. Eğer gerekirse onla yaşamayı öğreniriz. Çekilmez aile üyeleriyle yaşamayı öğreniyoruz, Allah aşkına! Onlarla konuşmamayı seçebiliriz ama istesek de istemesek de kan bağı her zaman orada duruyor. Aynı şekilde göçmeleri yok saymayı da seçebiliriz ama istesek de istemesek de onlarla yakın civarda yaşayabiliriz. Orta Doğuluların Avrupa'yı istila edip zengin ve gelişmiş Batı hayat tarzını bok çukuruna çevireceğine dair kıyamet senaryolarına inanmıyorum. Buna rağmen, her korkunun geçerli ve meşru olduğunu düşünürüm; korku korkudur, temeli olması gerekmez. Eğer vizelerin kaldırılması ile öyle olacaksa dahi, eğer birtakım insanların korkuları gerçeğe dönüşecek olsa dahi... Temel nokta şu: Bizim korkularımız yüzünden ve sırf güç bizde ve yapabiliyoruz diye zayıfların gereksiz yere acı çekmesine yol açmaya hakkımız yok, olmamalı. Evet, vize rejimleri icat ederek, duvarlar örerek, polis gücüyle, rüşvetler ödeyerek vs. korkularımızı geçiştirme imkanımız var ama yapmamalıyız. Çünkü bu, işledikleri tek “suç” dünyanın belli bir coğrafi bölgesinde doğmak olan insanların omuzlarına çok haksız bir yük yüklüyor ve kabul edilemez acılara yol açıyor. Sırf bizim hayatımız değil diye bu harcanan hayatlara gözümüzü çeviremeyiz. Yönetici, hükmeden camianın adaletsiz kararlarının ve politik manevralarının sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalan veya yaşamayı öğrenmek zorunda bırakılan göçmenler olmamalı. Eğer ödenecek bir bedel varsa, eğer taşınması gereken bir yük varsa... Bu bizim üstümüzde olmalı. Doğru ve adil olanı yapmanın sonuçları ile yaşamayı öğrenmesi gereken bizleriz. Üzgünüm millet... En içten ve herkes için en iyi dileklerimle. İmza: Vicdanınız. ![]() Not:
Bu yazıyı yazarken çoğul şahıs zamirlerini nasıl kullanacağımı bilemedim. Biz, siz, onlar... Kim bu "biz", "siz", "onlar"? Bu tanımlar "Ben"in kim olduğuna bağlı. Bu AB-Türkiye anlaşmasını konuşurken İstanbul'da doğmuş bir Türk vatandaşı olarak ben Türkiye miyim YOKSA şimdi İtalyan vatandaşı da olduğum ve İtalya'da yaşadığım için AB miyim? Liderlerden konuşurken "biz" demem lazım çünkü resmi olarak beni temsil ediyorlar. ANCAK neredeyse tüm temel inançlarıma karşıt şekilde davranıyorlar. Bu koşullarda nasıl onlarla özdeşleşip "biz" diyebilirim? Tamam, politikacıları bir kenara koydum, peki ya Türkiye ve AB halkına ne demeli? İçlerinde kendimi hiçbir şekilde özdeşleştiremeyeceğim o kadar çok kişi var ki. Hatta, çoğu inancım ve görme biçimim onların bir kısmının görüşleri ile tamamen zıt. Bu durumda içinde yaşadığım toplum için nasıl "biz" diye konuşabilirim? Konunun öznesi olan mülteciler ve göçmenlere gelecek olursak... Muhtemelen göçebe bir ruhum var diyebilirsem de bahis konusu mülteciler/göçmenlerle hiçbir ortak geçmişim, ortak kalıtımım yok. Evimden sürülmedim, huzur ve barış ortamında ve nispeten refah içinde yaşıyorum. Orta Doğulu değilim, Arapça konuşmuyorum, Avrupalı görünüşlüyüm, dinim asla gündeme gelmiyor, fakir değilim, iş hayatına dahil olmasam da eğitimli ve donanımlıyım. Kısacası, belli gruplar tarafından nefret şimşeklerini üstüne çeken mülteciler/göçmenlerle hiçbir ortak tarafım yok. ANCAK onları savunuyorum, yani onların tarafındayım. Bu durumda grup olarak kime "biz" demeliyim? Bunu belirlemeliyim ki "siz" ve "onlar" kim tespit edebileyim. Bu açmazdan çıkmanın tek yolu en yüksek kimliğe çıkmak: Hepimizin insan olduğuna. Diğer tüm kimlikler bulanık olduğuna göre sınırlar ne işe yarıyor? |